İnsan gönlü, dibi olmayan bir deniz gibidir; bilgi onun dibinde yatan inciye benzer. Kutadgu Bilig
5 Mayıs 2011
4 Mayıs 2011
EROL GÜNGÖR
.
Türk sosyal psikoloji profesörü
.
.
TÜRK MİLLİYETÇİSİ
1956 yılında İstanbul üniversitesi Hukuk bölümüne kaydoldu. Burada hocası Fethi Gemuhluoglu onu Mümtaz Turhan’la tanıştırdı. Mümtaz Turhan hocanın teşvikiyle hukuk fakültesinden ayrılıp İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne kaydını yaptırdı. 1961 yılında fakülteden mezun olan Güngör, 1975’te bu fakültede resmî göreve başladı. Fransızca ve İngilizce de öğrenen Erol Güngör, misafir profesör olan Hains’in asistanlığını yaptı ve onun ders notlarını Türkçe'ye çevirdi.Tecrübî Psikoloji kürsüsünde asistan oldu. Bu sırada Türkiye’de yeni bir bilim dalı olan Sosyal Psikolojiye yöneldi. Bu disiplinin önemli eserlerinden Krech ve Crithfield'in Sosyal Psikoloji kitabını Türkçe'ye çevirdi. 1965'de “Kelâmî (Verbal) Yapılarda Estetik Organizasyon” adlı teziyle doktor oldu. 1966'da ABD Colorado Üniversitesinden tanınmış sosyal-psikolog Kenneth Hammond'un daveti üzerine Amerika'ya gitti. Bu üniversitenin Davranış Bilimleri Enstitüsünde milletlerarası bir ekibin araştırmalarına katıldı. Sosyal-psikoloji ders ve seminerlerini yürüttü. “Şahıslar arası İhtilafların Çözümünde Lisanın Rolü” konulu teziyle 1970 yılında doçent oldu. Akademik çalışmalarının yanı sıra çeşitli yerlerde yazılar yazmaya devam etti. Erol Güngör üniversitede verdiği derslerle, ilmi yayınlarıyla Türkiye'de sosyal-psikoloji dalını önemli bir saha haline getirdi.Devlet Planlama Teşkilatı, Milli Eğitim Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı’nın çeşitli komisyonlarında görev alan Güngör, 1978 yılında "Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar" adlı teziyle profesör oldu. 1982 yılında YÖK tarafından Selçuk Üniversitesi’ne rektör tayin edildi ve bu görevi sırasında 24 Nisan 1983’te geçirdiği bir kalp krizi sonucunda öldü.En verimli dönemi 70'li yıllardır. Hemen hemen bütün eserlerinde geleneği, halk, kültür, din ve şahsiyet ile yorumlamaktadır. Güngör'ün muhafazakârlığı statükoculuğa kapalı, değişimlere ve yenilikçiliğe açıktır.Gençlik yaşlarında Ziya Gökalp'ten büyük ölçüde etkilenmiştir. “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” isimli kitabı, Erol Güngör bibliyografyasında önemli yere sahiptir. Bu kitap 80’lerde yükselmeye başlayan “siyasi islam” ceryanına yöneltilmiş bir yorum olarak okunabilir. 19. yy’da İslam’ın ortaya koyduğu medeniyetin mağlup olduğunu, ancak temel probleminin, modern hayata uygun bir hukuk sisteminin yeniden üretilmesinde yattığına dikkat çeker; içtihat kapısının kapalı olduğu görüşünü eleştirir ve İslam’ın, kendi içinde tutarlı ve dengeli bir değerler sistemi sunduğunu, özellikle 20.yy’ın İslam prensiplerine çok geniş bir uygulama sahası verebileceğini öne sürer.Erol Güngör’ün yazıları Türk Yurdu, Hisar, Türk Birliği, Töre, Türk Edebiyatı, Türk Kültürü, Milli Eğitim ve Kültür, Milli Kültür, Konevî, Toprak ve Diriliş dergileri ile, Millet, Her Gün, Yeni Düşünce, Yeni Sözcü, Yol, Ayrıntılı Haber, Yeni İstanbul ve Ortadoğu gazetelerinde yayınlandı. Bunlardan 1974–1977 tarihleri arasında başyazarlığını yaptığıEserlerinde Türk toplumunun Tanzimat'tan bu yana yaşadığı kimlik sorununa ve kültür buhranına parmak basmıştır.17 kitaba imza atan Erol Güngür'ün eserlerinin bir kısmı çeviri metinlerden oluşmaktadır.Ahlak Psikolojisi ve Sosyal AhlakDünden Bugüne Tarih Kültür ve Milliyetçilikİslam'ın Bugünkü Meseleleriİslam Tasavvufunun MeseleleriKültür Değişmesi ve MilliyetçilikSosyal Meseleler ve AydınlarTürk Kültürü ve MilliyetçilikTürkiye'de Misyoner FaaliyetleriTarihte TürklerKelâmî Sahada Estetik Yapı OrganizasyonuŞahıslar Arası İhtilafların Çözümünde Lisanın YönüDeğerler Psikolojisi Üzerine AraştırmalarBatı Düşüncesinde Büyük DeğişmeDünyayı Değiştiren Kitaplarİktisadi Gelişmelerin MerhalesiSosyal PsikolojiYirminci Asrın Manası
YESEVİNİN SON TALEBESİ
EROL GÜNGÖR
Onun ismini ilk duyduğumda onbeş yaşındaydım. Elimde Necdet Sevinç’in eski gazete yazılarının olduğu bir kitap vardı. Yetmiş neslinden kitap kurdu bir öğretmen ağabey “Bırak bunları artık, bundan sonra baba kitaplar oku. Erol Güngör’ü oku” demişti. İlk defa ismini duymuştum. Hele okuduğum kitabın beğenilmemiş olmasından gelen kızgınlıkla karışık şaşırmıştım. “O kim ?” sualime “sen hele bir kitaplarını oku anlarsın” cevabı başımda kavak yellerinin estiği o çağlarda pekte hoşuma gitmemişti. Ancak, doğuştan gelen merak hislerimin her zaman aklımın ve de inadımın önüne geçmiş olması vaziyeti bunda da kaideyi bozmamış ve günlerce Erol Güngör ismi tanıdık birini arar gibi her yerde onun bir kitabını aramama sebep olmuştu. Elime geçen ilk kitabı “Dünden bugünden” di. Kitap o güne kadar alışık olmadığım bir tavra sahipti. Hüküm vermiyordu, tahlil ediyordu. Yüceltmiyordu ve yerin dibine batırmıyordu, değerlendiriyordu. Hissi değildi, akılcıydı. İdeoloji kurmuyordu, bilgi veriyordu. Siyasi değildi, ilmi idi. Taklit ve tekrar değildi, telifti.Hayatta yücelttiğim insanlar vardı:Necip Fazıl, Peyami Safa, Cemil Meriç…. Hiçbirine benzemiyordu. Alıştığım; hüküm verme, dünyayı yeniden kurma tavrına çok tersti. “Şu ana kadar imanla başlayıp şüphe ile neticelendirdik . Bundan sonra şüpheyle başlayıp imanla neticelendirelim.” Diyordu. Yani zor ve dikenli bir yola çağırıyordu. Ucuzculuk, hele hele de ayakları bir karış havada malumatfuruşçulukla, vatan kurtarıcılığı edebiyatı anlayışına tamamen uzaktı. Şüphesiz Türk milliyetçisi idi. Ancak kol kırılır yen içinde kalır diyerek, yanlışların, hataların üstünü örtmüyordu. Hele hele de o karışık dönemler de kendisini saklamadan ve korkmadan “Ben Türk Milliyetçisiyim” diyebiliyordu. İlmin yarısı cesaret değil midir? Alimin asaleti cesareti değil midir? O asildi.Okurken aklımdaki sorulara benden evvel “Peki” diye başlayıp cevap veren tek şahsiyetti.”Açıkta hiçbir noktayı bırakmıyordu. Tespitleri müthişti. Okuyana farklı cephelerden nasıl bakılabileceğini gösteriyordu. Anlık tespitlerden ziyade meselenin özünü tespit ediyor ve bunu Sosyal İlimlerin bütün malzemeleri ile ilmi temellere oturtuyordu. Yazılarını bugün dahi okurken, sanki, yaşayan birisinin kaleminden bugün anlatılıyormuş hissine kapılıyorum.Mevlananın “bir ayağım islamda, diğer ayağım bütün dünyada” sözünü hatırlatırcasına onunda “bir ayağı, Türk kültüründe diğer ayağı ise bütün dünyada” idi. Profesörlüğü için Amerikan üniversitelerindeki hocalarından rapor istendiğinde “Erol Güngör değil Türkiye, bütün dünyada profesörlüğe layık bir ilim adamıdır” cevabı gelmiştir.İlmin yarısı cesarettir demiştik. O,Türk milliyetçiliğinin ikinci Ziya Gökalpidir. Güngör hoca hayatı boyunca eğilmeden bükülmeden makam ve mevki için şahsiyetini cebine koyup ikbal peşinde koşmadan “alimin iyisi sultana yaklaşmayandır, sultanın iyisi de alimden uzaklaşmayandır” düsturu ile yaşamıştır. Arif Nihat Asyanın “onlara şerefli doğmak verilmiş, bize de şereflice ölmek yeter” sözüne nazire yaparcasına Anadolu’nun bağrında Kırşehir’de kendi halinde bir Türkmen ailenin çocuğu olarak doğmuş Kut soyundan bir Türkmen beyi gibi yaşamış ve hakanlara yakışır bir şekilde de şereflice ölmüştür.Kendisine Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü teklif edildiğinde; “Benim fikrimde bellidir, zikrimde. Bir müstear ismin arkasına saklanmadan , buna hiçbir zaman gerek duymadan siyasi, içtimai fikirlerimi açıkca yazdım. Sevdiğim ve sevmediğim bellidir. Hal böyle iken, kabule şayan görülürse boynumuz kıldan incedir. Çünkü, hizmettir ve biz, ondan kaçmaya, onu reddetmeye mezun değiliz. Vatanın ve milletin kurtuluşu , gerçekten ”devlet-i ebed müddet”, ancak ve ancak, milliyetçilerin, her kademede , amma illa üst kademelerde vazife almasıyla mümkündür.”demiştir.Rektörlüğü belli olduktan sonra bazıları şakadan, bazıları ciddi,”gönülden sevdiklerin maznun durumda muhakeme ediliyor, akibetleri meçhul. Nasıl oluyor da sen bu vazifeyi kabul ettin?” Dediklerinde, onlara her hareket ve tavrında derin temeller olan ve muazzam bir tarih şuuruna sahip olduğunu gösteren şu cevabı veriyor;”Sultan Abdülhamid tahta geçer geçmez , ilk fırsatta amcası Abdülaziz Han zamanında Beşiktaş muhafızı olan, Padişah tahttan indirilmeden ilk olarak makamından alınıp tesirsiz hale getirilen Yedi Sekiz Hasan Paşayı buldurdu. Ona amcasına sadakatle ve samimiyetle hizmet ettiğini aynı şekilde ve gönülden kendisi içinde hizmet beklediğini söyledi. Hasan Paşa , belki okuması yazması kıt bir kimse idi(sadece yedi ve sekiz rakamlarını yazmayı bildiğinden yedi-sekiz lakabı ile anılırdı.). Amma, hem akıllı, hem mert ve hem de saygılı adamdı.”Hünkarım dedi, bendenizin bir tek gönlü var idi, onu da amcanız cennetmekana verdim. Bu gönlün tek sultanı Abdülaziz Handır. Ancak, Zat-ı şahaneleri aynı devletsiniz, devletin ta kendisi. Bu itibarla gönlümüz amcanızın olsa da, Türklerin padişahı ve Müslümanların halifesi olan zat-ı şahanelerine hizmet boynumuzun borcudur. Bizden size zarar gelmesi mümkün ve muhtemel değildir. Tasavvur dahi edilemez.” Diyerek başka bir söze hacet görmemiş Erol Hoca. Zaten hep kısa konuşur anlayana hitap edermiş. Anlamayana fazla vaktimiz yok dercesine. Gerçektende yok imiş.Kırkbeş yaşında (1983) bu dünyadan arkasında doldurulması imkansız bir boşluk bırakarak gitti. Öldüğünde sadece on ay rektörlük yaptığı Konyalıların gönlünü fethetmiş ve cenazesine binlerce Konyalı İstanbul’da katılmıştır.Cenazeye katılan Konyalılara sorduklarında:”Erol ne yaptı ki, ne hizmet etti ki, bu kadar alaka gösteriyorsunuz?” Gözlerinden iplik iplik yaş dökülen yaşlı biri şöyle cevap vermiş:”Evet bize sadece on ay rektörlük yaptı. Biliyor musun? Biz ilk defa camide rektör gördük. Bunun manasını nereden bileceksin? Serap olmasından korkarız. Yazık ki, kısa sürdü. Allah onu bizden fazla seviyormuş diye teselli buluyoruz.”“İYİLER YAĞIZ ATLARA BİNİP GİDERMİŞ, KÖTÜLER İSE UYUZ EŞEKLER SIRTINDA DEVRAN SÜRERMİŞ.”Erol Hoca, yirminci asır Türk fikir tarihine damgasını vurmuş; gerçek bir alim, mütefekkir ve şahsiyeti ilmi ile mündemiç Türkiye’nin her zaman yokluğunu çektiği adam gibi adamdır.Şüphesiz eseri görüp müesseri unutmak olmaz. Erol Hocanın yetişmesinde en büyük pay sahibi ismi gibi mümtaz bir şahsiyet olan büyük ilim ve fikir adamı Mümtaz Turhan’dır. Erol Hoca Mümtaz Hocanın “ŞAHESERİDİR”. Erol Hoca bu hakikati kitaplarında “Bu kitapta bir takım yanlışlıklar varsa, bunlar Profesör Mümtaz Turhan’ın hayatta olmayışı yüzünden düzeltilememiştir.” Diyerek büyük bir kadirşinaslıkla belirtmiştir.Kadirşinaslığa hasret olduğumuz şu günlerde bu satırları ilk defa okuduğumda gözlerim yaşarmıştı. Kendisine mürşid arayan bir mürid gibi yıllarca kendime bir Mümtaz Turhan aradım. Ancak bulamadım. Nasipsiz geldiğimiz bu dünyada nasipsiz göçmek en büyük endişemizdir. Ancak, şimdilerde düşünüyorum da Erol Hocayı ,Hocamı, beynimin ve ruhumun pek çok şey borçlu olduğu, o öldüğünde onbir yaşında olmak gibi bir talihsizlikle , kendisini bu dünyada görememek ve talebesi olamamak bahtsızlığına sahip bulunduğum, Hocamın , kitaplarından talebesi olma şerefine eriştim. Hocamı böyle tanımış olmak bile bir nebze olsun gönlümü ferahlatıyor.“ALİMİN ÖLÜMÜ ALEMİN ÖLÜMÜYMÜŞ”Yıllardır Üniversitelerde hasbelkader dersler veriyorum. Talebelerime kendilerine her yönüyle örnek almaları gereken bir şahsiyet olarak hep Erol Güngör’ü gösterdim. Çünkü hayatım boyunca haddim olmayarak hep onu örnek aldım. Onun kitaplarını insanlara okutmak için çantamda mutlaka bir iki kitabını bulundurdum. Maalesef çoğu zaman gördüm ki, milliyetçilikten dem vuranlar adını dahi duymamışlar.Erol Güngör bu dünyadan göçeli tam yirmidört sene geçmiş. Ancak layıkıyla ne tanındı ne de tanıtıldı. Türk milliyetçisiyim diye meydanlarda gezenlerin pek çoğu bir kitabının değil kapağını açmak adını dahi duymamışlar. Zaten ortadaki fikirsizlik ve seviyesizlikte bunun ispatı değil midir?Erol Hoca yaşasaydı şüphesiz çok şey değişik olacaktı. Onun yokluğu Türk sağının ve Türk Milliyetçiliğinin can damarlarından birinin kesilmesi olmuştur. Bilinir ki, ölüm beynin ölümü ile gerçekleşir. Beyni ölen Türk milliyetçiliği de, Türk sağıda çıkmaza girmiştir. Fikir üretilmemekte ve kerametleri kendilerinden menkul gazeteci ve siyaset adamı iddiasındaki bazı zevat laf salatası yaparak bu boşluğu doldurduklarını zannetmektedirler.ESKİDEN TAHTA SOPALI DEMİRDEN ADAMLAR VARDI.ŞİMDİ İSE DEMİR SOPALI TAHTADAN ADAMLAR VAR.Mezarlıklar pek çok profesör ünvanlı mevta ile doludur. Ölüm ismin en son telaffuz edildiği an gerçekleşir.Anlı şanlı, ünvanlı mevtaların, yaşarken ehemmiyetleri ölçülemezken şimdi anan bir kişileri dahi yoktur. Çünkü, onlar değerli değil, önemli adamlardı. Demir sopalı tahtadan adamlardı.Binlerce insanın cenazesine katıldığı ve yıllar geçmesine rağmen binlerce insanın hala yad ettiği , eserleri ve hayatı ile bir o kadar insanı etkilemiş ve etkilemeye devam eden Erol Güngör gibiler kaç tanedir.Tahta sopalı demirden adam kaç tanedir. Onunla, hakiki evladı ile vatan toprağı bir kat daha değer kazanmıştır. O, öbür dünyada amel defteri kapanmayanlardandır. Dünyada kırkbeş sene yaşadı. Ancak, ruhaniyeti ve fikirleri gönüllerde ve beyinlerde bilmeyen ne bilsin bizi bilenlere selam olsun dercesine asırlarca daha yaşacaktır. Mekanı cennet olsun.VESSELAM…Yazar: A. RAHMİ ŞEYHOĞLU - GOP ÜNİVERSİTESİ
VEFATININ 25. YILINDA EROL GÜNGÖR24/04/2008
Ünlü düşünür Kenneth Boulding’in “Altın Beyinli Adam” dediği Güngör, aydın cehaletiyle sa-vaşmasıyla da tanınıyordu.Erol Güngör’süz çeyrek asırTürk fikir ve düşünce hayatının “Altın Beyinli Adam”ı ölümünün 25. yıldönümünde anılıyorSosyal Psikolog, düşünce adamı ve Türk milliyetçiliği fikir hayatının temel taşlarından Sosyal Psikolog Prof. Dr. Erol Güngör için vefatının 25. yıldönümü dolayısıyla bir dizi etkinlik düzenledi. Kültür Ocağı Vakfı’nın öncülüğünde düzenlenen etkinlikler çerçevesinde Ankara, Konya ve Kırşehir’de üç ayrı program gerçekleştirilecek. Düzenlenen konferanslarda Erol Güngör’ün hayatı, kişiliği, eserleri ve Türk fikir hayatında açtığı yeni ufuklar ele alınacak. Prof. Dr. Erol Güngör’ü anma etkinliklerini 18 Nisan’da Zincirlikuyu’daki mezarı başında düzenledikleri törenle başlattıklarını hatırlatan Kültür Ocağı Vakfı Başkanı Ali Ürey şunları söyledi: “Ünlü düşünür Kenneth Boulding’in kendisi için ’Altın Beyinli Adam’dediği Erol Güngör hocamızın düşüncelerini daha iyi anlayabilmek, geldiği noktayı daha iyi özümseyebilmek ve yapacağımız çalışmalarla onu ve fikirlerini aşabilmek adına bu etkinlikleri programladık. Türkiye’de kültür değişmeleri, batılaşma ve modernleşme deyince akla gelen ve fikirlerine başvurulan ilk isimlerden birisi olan Prof. Dr. Erol Güngör Hocamızın yeni nesillere aktarmak ve yeni Erol Güngörler yetiştirmek toplum adına vazifemiz olmalıdır.”İlk konferans Ankara’daMerhum Prof. Erol Güngör’ün anılacağı etkinliklerin ilki yarın Ankara’da Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Konferans Salonu’nda yapılacak. Oturum Başkanlığını Prof. Mustafa Delican’ın yapacağı saat 2 0:0 0’de başlayacak programın konuşmacıları ve konuşma konuları şöyle: Nevzat Kösoğlu (Erol Güngör’e Göre Millet ve Milliyetçilik), Dr. Mustafa Çalık (Aydın Halk İlişkileri Çerçevesinde Erol Güngör), Prof. Dr. Tahsin Görgün (Erol Güngör’de Din ve Toplum) Aynı konuşmacılar Prof. Dr. M. Tayfun Amman ve Doç. Dr. Mehmet Akgül’ün de katılımıyla 26 Nisan’da Konya Mevlana Kültür Merkezi’nde Erol Güngör’ü anlatacak. Yarın başka bir etkinlik de Sosyoloji Bölümü tarafından Selçuk Üniversitesi’nde düzenlenecek. Etkinliğe Prof. Dr. Mümtazer Türköne, Prof. Dr. Vedat Bilgin, Doç. Dr. Mustafa Aydın konuşmacı olarak katılacak. Toplantıya Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yasin Aktay başkanlık edecek. Mayıs ayı içersinde de Erol Güngör’ün memleketi Kırşehir’de Türk Ocakları Genel Merkezi, Kırşehir Valiliği, Belediye Başkanlığı ve Kırşehir Üniversitesince ortaklaşa bir etkinlik düzenlenecek. “Erol Güngör Anısına Selçuklu’dan Günümüze Kırşehir” konulu toplantının kesin tarihi daha sonra ilan edilecek.Dualarla yadedildiKültür Ocağı Vakfı’nın Erol Güngör’ü vefatının 25. yıldönümünde anma etkinlikleri geçen hafta Zincirlikuyu’daki kabri başında yapılan hatim duasıyla başlamıştı. Törene Güngör’ün eşi, yakınları ve talebelirinden bir grup katılmıştı.Aydın cehaletiyle savaştıBilim ve kültür dünyamızda en büyük tahribatı ‘dildeki tasfiyecilik’ hareketinin yaptığını söyleyen Prof. Erol Güngör, aydın cehaletinin de bu gelişmeye çanak tuttuğunu söyler...Cumhuriyet Dönemi’nin yetiştirdiği en seçkin kültür adamlarımızdan olan rahmetli Prof. Dr. Erol Güngör, milliyetçilik başta olmak üzere, kültür değişmeleri, din, tasavvuf, sosyoloji, batı medeniyeti ve aydınlar gibi önemli konularda kalem oynatmış ve ölümünden bu yana 20 sene geçmesine rağmen kendi sahasında boşluğu doldurulamamıştır. Prof. Dr. Erol Güngör’ün 1970’li yılların ilk çeyreğinde kaleme aldığı yazılar günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Türkçe’nin bugün geldiği noktayı 20 sene öncesinden gören Erol Hoca, ‘dildeki tasfiyecilik’ hareketinin bilim ve kültür hayatımızda meydana getirdiği olumsuz neticelerin altını çiziyordu. O’na göre dilde yapılan en büyük hatalardan birisi de ‘dil devrimi’ diye bir kavramın ortaya atılması olmuştur. Dilde tasfiyecilerin sık sık Atatürk’ü bir zırh yapmasını şiddetle eleştiren Güngör, bunun bir haksızlık olduğunu vurguladıktan sonra şunları yazmıştır: “Eğer Atatürk Türkçede kökünde yabancılık tesbit edilen bütün kelimeler dilden atılacak, yerine yenileri uydurulacaktır deseydi ve bunu bir kanun maddesi haline getirseydi, gerçekten bir dil devrimi sözkonusu olurdu. Nelerin Atatürk devrimi olduğu Anayasa’da açıkça belirtilmiştir, bunların arasında dil devrimi yoktur. Böylece tasfiyecilerin kullandıkları kutsal zırh aslında mevcut değildir.” Prof. Dr. Erol Güngör, tek parti dönemine gönderme yaparak, “iktidar partisinin monolotik (tekçi) bir bünyeye sahip oluşunun, demokratik bir rejimde ayrı gruplar tarafından üstlenen fonksiyonların hepsini kendi bünyesi içinde topladığını” söyler. Bu yüzden partiye ait olan şey’le devlete ait olan şey arasında bir farkın buharlaştığının altını çizen Hoca’ya göre böyle bir konjonktürde gelişen dildeki tasfiye hareketi hem resmî bir hüviyet kazanmış, hem de rakipsiz kalmıştır... O’na göre Türkçe’nin kaybolmasında en önemli faktör; memleketimizdeki yaygın cehalettir. Bu konuda Avrupa’da yaşanmış olan siyasî pratiklere dikkat çeken Erol Güngör, 1973 yılında kaleme aldığı “Düşünce ve Kültür Buhranımız ve Türk Dili” başlıklı makalesiyle günümüzün fotoğrafını çekmiş gibidir: “Batı ülkesinde devlet bütün kuvvetlerini seferber etse, yine de masa başında uydurulmuş bir dili kimseye kabul ettiremez; çünkü oralarda böyle bir teşebbüse karşı ilmi, kültürü, ve aklıselimi temsil eden kuvvetli çevreler vardır. Türkiye’de uydurma dilin yakın zamanlara kadar pek az bir yol almış olması boşuna değildir, ve bu dilin yaygınlaşması ile kültür seviyesinin düşmesi arasında kuvvetli bir münasebet vardır. Uydurma dilin şu son yirmi yılda her tarafı sarmış görünmesi, Türkiye’de kitle seviyesinde bir kültürün aydınlarla halk kitlelelerini ayni çizgi üzerinde birleştirmesinden ileri gelmektedir. Artık aydınların da kitlelerin de dili öğrendikleri yer kitle haberleşme vasıtalarıdır; herkes televizyon dilini konuşur hale gelmiştir, çünkü haberin de bilginin de esas kaynağı televizyondur. Gazete bile televizyonun karşısında herkesi ilgilendirmeyen bir ihtisas organı görülmektedir.”Erol Güngör’ün kısacık bir ömüre sığdırdığı dev eserler bugün de aşılamadıTürkçe’nin kaybolmasında en önemli faktör; ülkemizdeki yaygın cehalettir.Sosyoloji dehasıYazar, fikir adamı. 1938’de Kırşehir’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini memleketinde yaptı. İ.Ü. Hukuk Fakültesi’nde bir süre okuduktan sonra İ.Ü., Edebiyat Fakültesi’ne geçerek Felsefe Bölümü’nü bitirdi (1961). Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın yanında sosyal psikoloji asistanı oldu. 1965’te doktorasını verdi. İki yıl ABD’de Colorado Üniversitesi’nde araştırmalar yaptı. 1971’de doçentliğe, 1978’de profesörlüğe yükseldi. 1982’de Konya Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü’ne getirildi. İstanbul’da öldü. Erol Güngör’ün bütün eserleri Ötüken Neşriyat tarafından Türk okuyucusuna kazandırıldı. İşte Hoca’nın eser ve tercümelerinden bazıları:* Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, * İslâm’ın Bugünkü Meseleleri,* İslâm Tasavvufunun Meseleleri,* Türk Kültürü ve Milliyetçilik,* Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik,* Dünden Bugüne,* Tarihte Türkler,* Sosyal Meseleler ve Aydınlar,* Dünyayı Değiştiren Kitaplar* Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme* Türkiye’de Misyonerlik Faaliyetleri,* Sosyal Pisikoloji,* Değerler Pisikolojisi Üzerine Araştırmalar.Ne dedilerGünlük yazıları, cemiyetimizin bugünkü meselelerini tahlil edişi, millî kültürümüz ve tarihimiz üzerindeki düşünceleri, milliyetçiliğin fikir tarihi üzerindeki yazıları, bugünün şartlarında islâmiyet ve tasavvufun meseleleri hakkındaki görüşleri, marksizmi tahlil ve tenkid eden makaleleri, sosyal psikoloji alanındaki meslekî çalışmaları, tercümeleri ve nihayet üslûbu ayrı ayrı üzerinde durulması gereken konulardır. Prof. Ahmet Bican ErcilasunAsistanlığı döneminde iki yıl Amerika’da kaldığından, dedesinden küçük yaşta Osmanlıca öğrendiğinden ayırım yapmadan, hemen hemen bütün klasikleri, seviyeli eserleri yercesine okuduğundan, hem Batı’yı hem de Türk-İslam dünyasını iyi bilirdi. Berrak, zarif, veciz bir üslubu vardı. Çok genç yaşta yazdığı kitaplarla, makalelerle, yaptığı tercümelerle bütün bilim çevrelerinin dikkatini çekmişti. Mehmet Niyazi ÖzdemirTürk toplumu, tarihinde pek çok devlet adamları ve ilim adamları yetiştirmiştir. Bizler elbetteki, bu insanları, mirasçıları olarak, saygıyla, hürmetle ve minnetle anacağız. Yaptıkları işlerden ve ortaya koydukları bilgilerden istifade edeceğiz. Ancak, en büyük hatamız, bilgi kaynağı olarak hep bunları görmemiz fakat bu bilgiyi daha da artırıp, geliştiremeyişimizdir. İnşallah Erol Güngör’ün metodolojisini ve fikirlerini geliştiririz... Süleyman YazgıErol Güngör Hoca’nın çok kuşatıcı bir şekilde ifade ettiği sözünü hatırlatmak isterim: “Biz tarihe hâkim ve savcı rolünde bakmamalıyız” Şimdi bugün yaşadığımız problemler sarmal halinde karşımızda duruyorsa, bunun anlamı, meseleleri, Erol Güngör Hoca’nın söylediği gibi “Tespitini yapamayışımız, analitik olarak çözümlemeyerek bugünlere devretmemizden kaynaklanmaktadır.” Hocanın tespiti bugün de geçerlidir. Doç. Dr. Mehmet AkgülMilliyetçilik ve MedeniyetçilikFikir hayatımızın temel taşlarından biri olan Prof. Erol Güngör Milliyetçilik kavramına bakışını şöyle özetliyorduMilliyetçilerin millî kültür dâvası karşısında başlıca iki iddia bulunuyor. Bunlardan birincisine göre millî kültürler insanlık âlemi içindeki birliği ve bütünlüğü bozmakta veya böyle bir birliğe engel olmaktadır. İnsanlar ve cemiyetler arasındaki ayrılıkları en aza indirmek veya ortadan kaldırmak yerine, bu ayrılıkları teşvik edersek milletler için saadet yerine felâket hazırlamış oluruz. İnsanların ve medeniyetlerin ölümüne yol açan harplar de hep bu farklılaşmaların nedicesi olarak ortaya çıkmıştır. İnsanların kaynaşması herşeyden önce kültürlerin kaynaşmasını ve bütün dünyanın tek bir medeniyet içine girmesini gerektirir. Bu bakımdan milliyetçilik birleştirici değil, ayırıcı bir harekettir ve her ayırıcılık hareketi içinde bir düşmanlık tohumu gizlidir. İkinci iddia yukarıdaki gibi bir kıymet hükmünden ziyade bir vakıaya dayanmaktadır. Hepimizin bildiği gibi Batı medeniyeti bugün süratle bütün dünyayı kaplıyor ve mahallî farkları ortadan silecek kadar güçlü görünüyor. Bu durumda millî kültürlerin varlığını muhafaza etmek veya geliştirmek boşuna bir gayretten ibaret kalır. Savaş meydanında barış konuşması yapmaya kalkışmak veya tehlikeyi görmemek için baş çevirmek ne kadar gerçek dışı bir haraketse, Batı medeniyetinin her şeyi kavrayan gücüne karşı küçük mukavemet noktaları kurmaya girişmek de o kadar gerçek dışıdır. Yanlış telakkiler Bu iddiaların her ikisi de milliyetçilik hakkındaki yanlış telâkkilerden doğmaktadır. Bugünkü Batı dünyası, bilhassa Amerikalıların tesirinde olmak üzere milliyetçilik denince daha çok faşizm ve nazizmi anlamaktadır. Hakikatte milliyetçilik bir kültür hareketi olmak dolayısiyle ırkçılğı, halka dayanan bir siyasî hareket olarak da otoriter idare sistemlerine reddeder. Bu bakımdan faşizm örneğine bakarak milliyetçiliği değerlendirmek herşeyden önce yanlış misalden hareket etmek olur. Fakat biz burada daha çok yukarıdaki iddiaların kültür ve medeniyet münasebetleri bakımından ifade ettiği yanlışlar üzerinde durmak istiyoruz. Milliyetçilik kitabı ve peygamberi bulunan bir doktrin olmadığı için ona karşı genel itirazlarda bulunmak doğru değildir. Millî kudretin geliştirilmesi bir memlekette istilâcı bir politikaya imkân verebilir, bir başka memlekette bağımsızlık hareketi halinde inkişaf edebilir, bir başka yerde bir kültür ve medeniyethareketi halini alabilir. Yunan milliyetçiliğinde kilise büyük bir rol oynamıştır, bugünkü Arap milliyetçiliği dini ikinci plâna atarak Arap dili ve sosyalizme dayanan birliği gerçekleştirmeye çalışıyor. Sömürgelikten yeni kurtulmuş ülkelerde eski sömürgecilere karşı düşmanlık millî hareketin esas itici gücünü teşkil ediyor, eski kudretine kavuşmak isteyen küçük devletlerde ise millî kültür ve tarih şuuru bu gücü veriyor. Bütün bu milliyetçilik hareketlerini bir tek örneğe bakarak toptan red veya kabul etmek elbette yanlış olur. Biz bu yanlışlığı kolaylıkla görebiliyoruz, ama modern medeniyet karşısında millî kültür dâvasını sağlam ölçü ve prensiplere bağlamakta çok güçlük çekiyoruz. Acaba millî kültürlerin varlığı ve zenginliği dünya medeniyeti için kültürlerin varlığı ve zenginliği dünya medeniyeti için bir kayıp mı, yoksa kazanç mıdır? Milliyetçiler bu hareketleriyle medeniyet dışında kalma gayreti mi gösteriyorlar? Taklitçilik kültürü Kültürlerin yayılışında da siyasî otorite derecelerine benzeyen çeşitli sahaları vardır. Ayrıca kültür değişmesi teknolojik gelişmeye nisbetle çok yavaş olduğu için zamanımızın imkânları bile bu durumu eskiye nisbetle çok değiştirmiş sayılmaz. Bir kültür kendi kaynağında ne kadar canlı ve güçlü olursa olsun, kaynağından uzaklaştıkça orijinalliğini kaybeder ve çok defa basit bir taklid konusu haline gelir. Batıyı örnek alan ülkelerdeki taklidçilik salgınının başlıca sebeplerinden biri de budur. Kültürün uzaklaştıkça zaayıflaması ve hattâ dejenere olması elbette ki koşan bir insanın mesafe aldıkça yorulmasına veya televizyon görüntülerinin uzaklarda daha bulanık hâle gelmesine benzer bir hâdise değildir. Kültürün kaynağına en yakın olan bölgeler çok defa birbirine daha çok benzeyen sosyal çevrelerden meydana gelmiştir; bu yüzden kültür unsurları birbirine yakın cemeyitlerin bünyelerine de aynı derecede intibak eder. Bütün icadların anavatanı sayılan Çin medeniyeti binlerce yıl kirpi gibi kendi içine kıvrılmış ve minyatür medeniyeti halinde kalmıştır. Kaldı ki oradaki medeniyet bile büyük Çin kıtası içindeki mahallî alışverişlere çok şey borçluydu. Mısır, eski Yunan, Roma, İslâm ve nihayet Avrupa medeniyetleri kültür karşılaşmalarının en kesif olduğu zamanlara rastlar. Nitekim bu yüzden İslâm medeniyetinin gerileyişini bütün yükün sadece Osmanlı Türklerinde kalması ve Türk kültüründen başka bu medeniyeti destekleyecek kaynak bulunmamasıyla izah edenler vardır. Batı medeniyeti de herhangi bir milletin eseri değil, fakat Batı kültürlerinin ortak mahsülü olarak doğmuştur. Fakat bugün yeni medeniyetin geliştirdiği teknoloji bütün dünyayı sararak yerli kültürlerin mevcut varlığıyla birlikte potansiyelini de ortadan kaldırmağa yönelmiş bulunuyor. Biz bugün batılılaşma hareketleri arttıkça dünyanın daha ileri bir seviyeye ulaşacağını düşünerek bu türlü gayretleri memnuniyetle karşılıyoruz, fakat bu medeniyetin dünyaya süratle yayılması sonunda yerli kültürlerin kaybolan potansiyelini hiç hesaba katmıyoruz. (Türk Kültürü ve Milliyetçilik 1975)Eserleriyle yaşıyorTürk bilim tarihinin ve Türk milliyetçilğinin büyük ve efsane ismi rahmetli aziz dostum Erol Güngör’ü Mümtaz Turhan Hoca’nın öğrencisi olduğu yıllarda, 1955’lerde tanıdım. Türk eğitim tarihinin unutulmaz ismi Fethi Gemuhluoğlu’nun aracılığı ile Mümtaz Hoca’nın kürsüsüne kabul edildiğini söylerlerdi. Burada Mümtaz Hoca’nın hem ilmini ve hem de bütün mizacını, dervişliğini, ilmi kariyerini tevarüs etmişti diyebilirim. 45 yıllık kısacık hayatını da tam bir derviş safiyeti ile yaşadı. Ve öylece öldü. Rahmetli Mehmet Kaplan da onun hayatını anlatırken öyle derdi. “10 yıl daha yaşasa Türkiye’nin kaderi değişir.” Bence de öyledir. Hayatını son yıllarında birbiri arkasından yayınlanan birbirinden güzel ve emsalsiz eserleri,Türk gençlerinin bütün kesimlerince kolayca anlaşılabilecek bir seviyede idi. İlimi esaslarından ayrılmadan kaleme aldığı onlarca kitabının tekrar tekrar basılması da onun Türk gençliğini ne kadar derinden etkilediğini gösterir. Ölümünün üzerinden geçen uzun yıllarda hemen her yıl yapılan anma törenlerinin çoğunda ben de konuşmacı olarak bulundum. Bu müşahadelerimi büyük bir sıcaklıkla değerlendiriyorum. Ziya Gökalp’den beridir yetişen birkaç büyük kültür adamımızın içinde o Türk milliyetçiliğin ve Türk kültürüne verdiği eserlerinin yanında pek çoğu daha sonra profesör olan, liselerimizde öğretmen olan yüzlerce öğrenci ve ilim adamı da yetiştirmiştir. Erol Güngör’ü gençlerimize iyi anlatmak, yeniden yorumlamak, örnek göstermek, kitaplarını tanıtmak, mümkün olduğu kadar geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağlamak bugünlerimizi de iyi anlayıp değerlendirmemiz için çok önemlidir. Hele tek bir cilde sığdırdığı Türk Tarihi’nin her bölümünü ezberlercesine okumak her Türk milliyetçisi için farzdır. Erol da her fani gibi, vefat ederek edebiyete intikal etti. Fakat eserleri kendi yaşadığı yıllardaki Türk gençlerine ışık tuttuğu gibi gelecek Türk gençliğine de ışık tutmaya devam edecektir. Nurlar içinde yatsın. Muhiddin NALBANTOĞLU
Düşünce dünyasının en tartışmalı konularına kafa yoran, Türk milliyetçiliği içinde Ziya Gökalp-Mümtaz Turhan geleneğini bugüne taşıyan, üstadlarından devraldığı geleneği içinden çıktığı toplumun renkleriyle yoğuran Erol Güngör, 25 Kasım 1938'de Kırşehir'de doğdu.İlk ve orta tahsilini burada tamamladı.Orta okul öğrencisiyken eski Türk harflerini öğrendi.Liseyken Lütfi İkiz beyden Arapça dersleri aldı.Böylece İslam-Türk kültür tarihinin ana eserlerini okudu.Taberi Tarihi'nin tamamına yakınını ezberledi ve lise yıllarındaki bu durum hayatına yön verdi.Mahalli bir gazetede takma adla yazılar yazdı.1956'da Kırşehir Lisesi'ni bitirdikden sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu.Öğrencilik yıllarında devrin önemli ilim,fikir ve sanat adamlarıyla tanıştı.Fethi Gemuhluoğlu tarafından Mümtaz Turhan'la tanıştı. Mümtaz Turhan onu ilim adamı olarak yetiştirmek istedi.Bu teşvikle Hukuk Fakültesinden ayrılıp İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne geçti.Güngör,1975'de okuduğu fakülteye memur oldu.Yeni İstanbul Gazetesi'nde müsahhih olarak çalışmaya başladı.Fransızca yanında İngilizceyi de öğrendi.Misafir prefösör Hains'in laboratuvar asistanlığını yaptı ve deslerini Türkçe'ye çevirdi.1961'de üniversiteden mezun oldu.Aynı yıl Prof.Dr.Mümtaz Turhan'ın başkanı bulunduğu Tecrubi Psikoloji kürsüsüne asistan oldu. Asistanlığı sırasında Türkiye'de yeni bir ilim dalı olan sosyal-psikolojiye yöneldi.Bu disiplinin önemli eserlerinden Krech ve Crithfield'in Sosoyal Psikoloji kitabını Türkçe'ye çevirdi.Akademik çalışmalarının yanısıra dergi ve gazetelerde yazılar yazmaya devam etti.1965'de Kelami(Verbal)Yapılarda Estetik Organizasyon adlı teziyle doktor oldu.1966'da ABD Colorado Üniversitesinden tanınmış sosyal - psikolog Kenneth Hammond'un daveti üzerine Amerika'ya gitti.Bu üniversitenin Davranış Bilimleri Enstitüsünde milletlerarası bir ekibin araştırmalarına katıldı.1968'de yurda dönerek Tecrübi Psikoloji kürsüsünde Sosyal-psikoloji ders ve seminerlerini yürüttü. Şahıslararası İhtilafların Çözümünde Lisanın Rölü konulu teziyle 1970 yılında doçent oldu.Erol Güngör üniversitede verdiği derslerle,ilmi yayınlarıyla Türkiye'de sosyal- psikoloji dalını önemli önemli bir saha haline getirdi.Başbakanlık Planlama Teşkilatı,Milli Eğitim Bakanlığı ile Kültür Bakanlığının çeşitli komisyonlarında vazife aldı.1978'de Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar adlı teziyle sosyal-psikoloji profesörü oldu.1982'de Konya Selçuk Üniversitsi'ne rektör tayin edildi ve bu görevi sırasında 24 Nisan 1983'de vefat etti.ESERLERİ:- Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak :Bu eser, Prof. Dr. Erol Güngör'ün "Ahlâk Psikolojisi" (1974) ve "Sosyal Ahlâk" (1975) konularında kaleme aldığı, bu güne kadar yayınlanmamış iki eserinden meydana getirilmiştir.-İslamın Bugünkü Meseleleri :20. Asrın ikinci yarısında görülen İslâm Uyanışı dünyanın büyük ilgisini çekmektedir. Bütün İslâm dünyasını incelemekle beraber, Türkiye'ye ağırlık vermiştir.- İslam Tasavvufunun Meseleleri :Erol Güngör bu eserinde, sosyal ilimci gözüyle İslâm dünyasının tasavvufî meselelerini ele almaktadır.- Türk Kültürü ve Milliyetçilik :Yazar bu eserinde milliyetçilik ile Türk kültürü arasındaki münasebetlere sosyal-psikoloji açısından bakmaktadır.- Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik :Bu eserde kültür değişmeleri, zihniyetimizde meydana gelen değişmeler ve milliyetçilik meseleleri arasındaki ilgiler üzerinde durulmuştur.- Dünden Bugüne :Milliyetçilik fikirlerinin temel kaynakları olan tarih ve kültür meselelerini, sosyal ilimci gözüyle, tahlil etmekte ve okuyucunun meselelere bakış açısı kazanmasını sağlamaktadır.- Tarihte Türkler :Bu eser sosyal ilimci gözüyle Türk tarihinin başlangıcsından günümüze bir tesbitidir.-Sosyal Meseleler ve Aydınlar:Erol Güngör'ün Ortadoğu ve Millet gazetelerinde neşredilenlerin haricindeki makalelerinin toplanmasıyla meydana getirilmiştir.-Dünyayı Değiştiren Kitaplar:Bu kitap batı dünyasının -ve dolayısıyla bütün dünyanın- bugünkü halini almasında büyüktesirleri olmuş bulunan on altı eseri asıllarından ve bütünüyle okuma imkanı bulamayanlar için tertiplenmiştir.-Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme :Bu eserde Avrupa düşüncesinde 1680-1715 tarihleri arasında yer alan köklü değişmesinin hikâyesini anlatıyor*******Türk Dili :Bugün Türk denince Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve na dili Türkçe olan insanlar akla geliyor.Halbuki yeryüzünde ana dili Türkçe olup da bizim sınırlarımızın dışında yaşayan milyonlarca insan vardır.Demek ki, Türklerin bugünkü Türkiye' ye gelmeden önce de bir tarihleri vardı. Bu tarih boyunca çok çeşitli ülkelere yayılmışlar, oralarda devletler kurmuşlardı.Ancak bütün bu Türkler' in ortak ataları kimlerdi? İlk Türkler nerede yaşamışlar, sonra nerelere dağılmışlardı? Türk Dünyası denince hangi ülkeleri, hangi toplulukları anlamalıyız?İlk Türkler, yani bizim en eski atalarımız bugün Orta Asya diye bilinen yerde, Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasında yaşıyorlardı. Tarih öncesi insanlar ve kültürlerle uğraşan bilim adamlarının ı bölgelerde yaptıkları kazılardan elde edilen bilgilere göre, Türkler beyaz ve geniş kafalı (brakisefal), orta boylu insanlardı. Burası Çin' le sınırdaş olan bir ülke idi; bu yüzden Türkler' in eski tarihlerine aid bilgilerin pekçoğunu Çin tarihinden öğreniyoruz.Çin tarihleri Milat' tan önce 2000-1000 yılları arasında ilk Türk hükümdarlarından bahsediyorlar. Böylece Türklerin bilinen tarihi, dört bin yıllık bir tarihtir. Türk Dili' nin üç bin yıl öncesi bilinmiyor. Türkler o zamanlarda hem soy, hem dil bakımından yakın komşularından, yani Çinliler' den ve Moğollar' dan farklı idiler. Asıl geçim kaynakları hayvancılıktı. Bu yüzden hep hareket halinde bir hayat sürüyorlar, çok iyi at kullanıyorlardı. Son derece çevik süvari birlikleri sayesinde komşu ülkeler üzerinde hakimiyet kurabiliyorlardı.Çin' de bile zaman zaman hükümdarlık, Türk ailelerin eline geçiyordu.Eski Çin tarihleri Türk hükümdarlarının ve devletlerinin adlarını hep Çince yazdıkları için, bu isimlerin asıl Türkçe' deki karşılıklarını iyice bilmiyoruz. Bizim atalarımız o çağda "Türk" adıyla anılmıyordu. "Türk" kelimesi bir millet halinde değildi. Boy ve aşiretler halinde yaşıyorlardı ve her aşirettin ayrı bir adı vardı. Türk adı çeşitli Türk boylarından birinin adı idi. Bu kelimenin aslı "Türük" olup kuvvetli anlamına gelir. Milat' tan sonra Altıncı yüzyılda ana dili Türkçe olan bütün boyların herbiri değişik bir isimle anılmakla birlikte, bunların hepsine birden "Türk" denilmeye başlanmıştır. Demek ki en eski atalarımız aynı dili konuşmaları sayesinde bir tek millet olduklarını anlamışlar ve Türk Dili onların birlik sağlamalarında başlıca rolü oynamıştır. Bugün biz de Türkçemiz sayesinde hepimizin aynı milletin çoçukları, yani kardeş olduğumuzu anlıyoruz.Dilimizin tarihi, milletimizin tarihi kadar eskidir. Türkçe dünyadaki çeşitli dil gurupları arasında Ural-Altay dil gurubunun Altay Dilleri' nden biridir. Finliler' in ve Macarlar' ın dili Ural Dillerindendir. Altay Dilleri arasında ise Türkçe ile birlikte Moğol, Mançur ve Kore dilleri vardır. Türkler soy bakımından Moğollar' dan ve Koreliler' den ayrıdır ama dilleri onlarınkiyle aynı kökten çıkmıştır. Bu diller sonradan birbirinden iyice ayrılmış aralarında sadece eski bir akrabalık kalmıştır.Bugün Ural- Altay adı altında anılan milletler ve diller Turan kavimleri ve Turan dilleri diye de anılır.Eski İranlılar Türkler' in yaşadıkları ülkelere "Turan" adını veriyorlardı. Meşhur İran şairi Firdevsi' nin Şeh-name adlı kitapta sözü edilen Turan kavimlerinin sakalar (veya İskitler) olduğu sanılmaktadır. Turan hükümdarı Afrasiyab' ın ise Alp Er Tunga olduğunu söyleyenler vardır. Sakalar' ın Türk olup olmadıklarını iyi bilmiyoruz. Saka Devleti, belki Türkler' in hakim oldukları ama içinde birçok yabancı kavimlerin de bulunduğu bir devlettir.NOT: Bazı araştırmalara göre "Türk" kelimesi, "Töre" kelimesinden türetilmiş bir kelimedir ki, "Törük' ten bozularak "Türk" haline gelmiştir. "Törük", "Töreli, Töre sahibi" demektir. Eski Türklerde Töre, kaynağını "Türk Dini" diyebileceğimiz eski Türk inanç ve telakkilerinden alan topluluk hayatını tanzim eden hukuk normlarından ibarettir. Hükümdarlar siyasi iktidarlarını (kut' larını) işte bu hukuk çerçevesinde kullanabilirler, tabii birbirleriyle ve devletle olan münasebetlerini yine bu hukuk çerçevesinde tanzim ederlerdi.Buna uyanlar "Törük" (yani Töreli), uymayanlar ise "Kazak" (yani asi, töreden çıkmış) olurlardı. "Türk" ün kuvvetli manasına gelmesi de, herhalde Töre çerçevesinde sağlanan "birlik" le ilgili olmalıdır. Nitekim "Birik kuvvettir" anlayışı tarih boyunca her devirde Türk devletleri ve toplulukları için geçerli olmuş bir anlayıştır.Tarihte Türkler-Prof.Dr. Erol Güngör,Sayfa:11,12,13******Milliyetçilik ve Medeniyetçilik:Fikir hayatımızın temel taşlarından biri olan Prof. Erol Güngör Milliyetçilik kavramına bakışını şöyle özetliyorduMilliyetçilerin millî kültür dâvası karşısında başlıca iki iddia bulunuyor. Bunlardan birincisine göre millî kültürler insanlık âlemi içindeki birliği ve bütünlüğü bozmakta veya böyle bir birliğe engel olmaktadır. İnsanlar ve cemiyetler arasındaki ayrılıkları en aza indirmek veya ortadan kaldırmak yerine, bu ayrılıkları teşvik edersek milletler için saadet yerine felâket hazırlamış oluruz. İnsanların ve medeniyetlerin ölümüne yol açan harplar de hep bu farklılaşmaların nedicesi olarak ortaya çıkmıştır. İnsanların kaynaşması herşeyden önce kültürlerin kaynaşmasını ve bütün dünyanın tek bir medeniyet içine girmesini gerektirir. Bu bakımdan milliyetçilik birleştirici değil, ayırıcı bir harekettir ve her ayırıcılık hareketi içinde bir düşmanlık tohumu gizlidir.İkinci iddia yukarıdaki gibi bir kıymet hükmünden ziyade bir vakıaya dayanmaktadır. Hepimizin bildiği gibi Batı medeniyeti bugün süratle bütün dünyayı kaplıyor ve mahallî farkları ortadan silecek kadar güçlü görünüyor. Bu durumda millî kültürlerin varlığını muhafaza etmek veya geliştirmek boşuna bir gayretten ibaret kalır. Savaş meydanında barış konuşması yapmaya kalkışmak veya tehlikeyi görmemek için baş çevirmek ne kadar gerçek dışı bir haraketse, Batı medeniyetinin her şeyi kavrayan gücüne karşı küçük mukavemet noktaları kurmaya girişmek de o kadar gerçek dışıdır.Yanlış telakkilerBu iddiaların her ikisi de milliyetçilik hakkındaki yanlış telâkkilerden doğmaktadır. Bugünkü Batı dünyası, bilhassa Amerikalıların tesirinde olmak üzere milliyetçilik denince daha çok faşizm ve nazizmi anlamaktadır. Hakikatte milliyetçilik bir kültür hareketi olmak dolayısiyle ırkçılğı, halka dayanan bir siyasî hareket olarak da otoriter idare sistemlerine reddeder. Bu bakımdan faşizm örneğine bakarak milliyetçiliği değerlendirmek herşeyden önce yanlış misalden hareket etmek olur. Fakat biz burada daha çok yukarıdaki iddiaların kültür ve medeniyet münasebetleri bakımından ifade ettiği yanlışlar üzerinde durmak istiyoruz. Milliyetçilik kitabı ve peygamberi bulunan bir doktrin olmadığı için ona karşı genel itirazlarda bulunmak doğru değildir. Millî kudretin geliştirilmesi bir memlekette istilâcı bir politikaya imkân verebilir, bir başka memlekette bağımsızlık hareketi halinde inkişaf edebilir, bir başka yerde bir kültür ve medeniyethareketi halini alabilir. Yunan milliyetçiliğinde kilise büyük bir rol oynamıştır, bugünkü Arap milliyetçiliği dini ikinci plâna atarak Arap dili ve sosyalizme dayanan birliği gerçekleştirmeye çalışıyor. Sömürgelikten yeni kurtulmuş ülkelerde eski sömürgecilere karşı düşmanlık millî hareketin esas itici gücünü teşkil ediyor, eski kudretine kavuşmak isteyen küçük devletlerde ise millî kültür ve tarih şuuru bu gücü veriyor. Bütün bu milliyetçilik hareketlerini bir tek örneğe bakarak toptan red veya kabul etmek elbette yanlış olur. Biz bu yanlışlığı kolaylıkla görebiliyoruz, ama modern medeniyet karşısında millî kültür dâvasını sağlam ölçü ve prensiplere bağlamakta çok güçlük çekiyoruz. Acaba millî kültürlerin varlığı ve zenginliği dünya medeniyeti için kültürlerin varlığı ve zenginliği dünya medeniyeti için bir kayıp mı, yoksa kazanç mıdır? Milliyetçiler bu hareketleriyle medeniyet dışında kalma gayreti mi gösteriyorlar?Taklitçilik kültürüKültürlerin yayılışında da siyasî otorite derecelerine benzeyen çeşitli sahaları vardır. Ayrıca kültür değişmesi teknolojik gelişmeye nisbetle çok yavaş olduğu için zamanımızın imkânları bile bu durumu eskiye nisbetle çok değiştirmiş sayılmaz. Bir kültür kendi kaynağında ne kadar canlı ve güçlü olursa olsun, kaynağından uzaklaştıkça orijinalliğini kaybeder ve çok defa basit bir taklid konusu haline gelir.Batıyı örnek alan ülkelerdeki taklidçilik salgınının başlıca sebeplerinden biri de budur. Kültürün uzaklaştıkça zaayıflaması ve hattâ dejenere olması elbette ki koşan bir insanın mesafe aldıkça yorulmasına veya televizyon görüntülerinin uzaklarda daha bulanık hâle gelmesine benzer bir hâdise değildir. Kültürün kaynağına en yakın olan bölgeler çok defa birbirine daha çok benzeyen sosyal çevrelerden meydana gelmiştir; bu yüzden kültür unsurları birbirine yakın cemeyitlerin bünyelerine de aynı derecede intibak eder. Bütün icadların anavatanı sayılan Çin medeniyeti binlerce yıl kirpi gibi kendi içine kıvrılmış ve minyatür medeniyeti halinde kalmıştır. Kaldı ki oradaki medeniyet bile büyük Çin kıtası içindeki mahallî alışverişlere çok şey borçluydu. Mısır, eski Yunan, Roma, İslâm ve nihayet Avrupa medeniyetleri kültür karşılaşmalarının en kesif olduğu zamanlara rastlar. Nitekim bu yüzden İslâm medeniyetinin gerileyişini bütün yükün sadece Osmanlı Türklerinde kalması ve Türk kültüründen başka bu medeniyeti destekleyecek kaynak bulunmamasıyla izah edenler vardır. Batı medeniyeti de herhangi bir milletin eseri değil, fakat Batı kültürlerinin ortak mahsülü olarak doğmuştur. Fakat bugün yeni medeniyetin geliştirdiği teknoloji bütün dünyayı sararak yerli kültürlerin mevcut varlığıyla birlikte potansiyelini de ortadan kaldırmağa yönelmiş bulunuyor. Biz bugün batılılaşma hareketleri arttıkça dünyanın daha ileri bir seviyeye ulaşacağını düşünerek bu türlü gayretleri memnuniyetle karşılıyoruz, fakat bu medeniyetin dünyaya süratle yayılması sonunda yerli kültürlerin kaybolan potansiyelini hiç hesaba katmıyoruz.Türk Kültürü ve Milliyetçilik - Erol Güngör*****Teknoloji ve Kültür Değişmesi :Teknolojideki değişmelerin insanların davranış ve düşüncelerinde birçok değişmelere yol açması, artık ders kitaplarının standart bilgisi haline gelecek kadar harcıâlem olmuştur. Her şeyden önce, teknolojik değişme kendi başına bir tavır ve davranış değişmesi demektir: İnsanlar bir işin nasıl yapılacağı ve dolayısiyle nasıl bir mekanizma ile yapıldığı ve ne gibi neticeler doğurduğu konusunda yeni bir anlayış kazanmışlar; davranış alışkanlıklarını bu yeni işleyiş tarzına göre ayarlamaya başlamışlardır. Karasabandan traktöre geçen insan, en azından makine gücünün insan ve hayvan gücüne olan üstünlüğü, daha çok makineleşmenin daha çok zaman ve emek tasarrufu olduğunu, makinenin üretim gücünün üstünlüğü sayesinde kendi hayatının ve dolayısıyla etrafındaki hayatın hiç değilse bazı noktalarda önemli ölçüde değişeceğini düşünür.Teknolojinin niteliği ve sonuçlan ile, onun insan şuuruna yansıma tarzı çeşitli seviyelerde farklar göstermektedir. Bir imalât işinin herhangi bir noktasında rutin bir iş yapan işçi ile aynı işteki mühendisin teknoloji karşısındaki tavırları birbirinden oldukça farklıdır. Herşeyden önce, teknoloji hakkındaki idrakin sınırlan bakımından bu iki insanın zihinleri farklı olacaktır; biri hadiseyi kendi rutin işi ve kendi hayatı çerçevesinde idrak ederken, öbürü teknoloji ile ilim, teknoloji ile insan ve cemiyet ilişkileri hakkında oldukça geniş bir görüş sahibi olabilir. İşçinin durumunda teknoloji ile ilgili değerler, işin tamamen dışında kalabilir ve belki hiç fark edilmez. Böylece meselâ bir kimse yıllarca bir petrokimya tesisinde veya bir otomobil fabrikasında çalışabilir; yine de hiç orada çalışmasa yine sahip olacağı geleneksel değerleri aynen muhafaza edebilir. Bu adamın hayatında değişme olmaz mı? Elbette olur, fakat bu değişikliğin şuura yansıması bakımından, aynı yerde çalışan başka kimselerle arasında muazzam bir fark görülebilir.Teknolojik değerlerin dışında kalma derken, teknolojiye mahsus bir değer sisteminin mevcut olduğunu söylemek istemiyoruz. Teknolojinin sosyal ve kültürel hayatta büyük tesirler yapabildiğini söylemekle onun kendine mahsus bir değer sistemi yarattığını söylemek aynı şey değildir. Modern teknolojinin vazgeçilmez gibi görünen kıymetleri hakikatte teknolojiyi de içine alan daha geniş bir sosyal çerçevenin yaratmış olduğu kıymetlerdir. İşte tartışmamızın can alıcı yeri budur ve teknolojinin aktarılmasında karşılaşılan en büyük problemler, bu nokta etrafında düğümlenmektedir. Hemen şunu söyleyelim ki, teknolojinin bizatihi değer yaratmadığına en büyük örneği kendi ülkemizden verebiliriz. Bizde inkılâpçılar Avrupa medeniyetinin bu tarafına çok uzak bulundukları, yani böyle bir teknolojik medeniyet içinde yaşamadıkları/halde, sırf entellektüel özümseme yoluyla Avrupa'nın hayat tarzına ait çok şey ve zihniyetine ait bazı şeyleri benimseyebilmişlerdir. Buna karşılık teknoloji ile çok yakından teması olanlar, Avrupa'nın modern ekonomisini ülkeye sokmakta birinci derecede rol ve mevki sahibi olanlar çoğunlukla "muhafazakar" dediğimiz insanlardır; bunların geleneksel yerli kültür unsurlarına bağlılıkları inkılapçılara göre çok fazladır.Belki de bu gerçek ve hep gözümüzün önünde ki Japonya misali birçoğumuzun modern teknolojiyi hiçbir manevi değişmeye lüzum kalmadan alabileceğimizi düşünmesine yol açmaktadır. Aslında "hiçbir manevi değişmeye lüzum kalmadan" denirken, burada kastedilen şey, daha ziyade din ve ahlak değerleridir. Japonlar kendilerini değiştirmediler; geleneklerine karşı ilgi ve saygılarını kaybetmediler. Bunların hepsi doğrudur. Fakat yine de modern teknolojiye sahip olmanın gerektirdiği değişmeler vardır ve bunlar gerçekten bazı manevi sosyal ve kültürel unsur ve unsur komplekslerinin atılıp yerlerine yenilerinin alınması şeklinde tecelli eder. En azından, mesela modern üretim insan münasebetlerinde aile ve bölge bağlarının bir yana bırakılmasını ve verimlilik esasına, rasyonel hesaplara dayanan münasebetlerin gelmesini gerektirir. İnsanların zaman ve sürat anlayışları değişir; işler saat dakikliğine göre ayarlanır. İşte tahsis edilen bir zaman içinde beşeri münasebetlerin şahısları ilgilendiren tarafları söz konusu olamaz.Şu halde Avrupa'dan bilgi ve teknik almak şeklindeki klasik iddianın sosyolojik bakımdan yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu tezin büsbütün esassız olduğunu söylemek de doğru değildir. Yukarıda belirtildiği gibi, ilim ve teknik ithal etmek isteyenlerin asıl karşı oldukları şey, bunların dışında saydıkları bazı inançlar, alışkanlıklar ve münasebet tarzlarıdır. Muhakkak ki onların ilim ve teknolojinin yürüyebilmesi için gerekli olan çalışma disiplini, rasyonel düşünce ufuk genişliği vs. hususlar anlatıldığı takdirde, bu söylenenlerin büyük bir kısmını fiilen başarmak zor olsa da tereddütsüz kabul edeceklerdir.Avrupa kültürü ile Avrupa medeniyetinin birbirinden ayrı şeyler olmadığını söyleyenlere gelince, bu tezin sahipleri ister istemez Avrupa'nın herşeyiyle kabul edilmesi ve benimsenmesinin şart olduğunu düşünmüşlerdir. Gerçi zamanımızda milliyetçilik duygusunun Marksist çevrelere bile hakim olması neticesinde bu türlü bir teslimiyeti düşünen pek az kimse kalmıştır; ama kültür ve medeniyet ayırımının sun'i olduğunu iddia edenler yok değildir. Bunların çoğu Atatürk inkılaplarının haklı ve meşru gösterilebilmesi için böyle düşünmenin gerektiğine inanmaktadırlar. Çünkü bu inkılapların hemen hepsi Avrupa kültürünün aktarılması mahiyetindedir.Avrupa kültürü* ile Avrupa medeniyetinin birbirinden ayrılmaz oldukları fikri, esasında yanlış sayılmaz, ama bu fikir bizim o kültürü olduğu gibi almamızı isteyenleri haklı çıkarmaz. Avrupa medeniyeti ile kültürü elbette birbirinden ayrılmaz; çünkü bu ikisi birbiriyle kuvvetli bir bütün meydana getirecek şekilde iç içe girmiş, birbirine bağlanmıştır. Aslında bizim ideal edindiğimiz şey de böyle bir kültür-medeniyet bütünlüğüne erişmek değil midir? Fakat bir kültür-medeniyet bütünleşmesi oradaki medeniyet unsurlarının ancak o kültürle bir arada gidebileceği demek değildir. Bu sadece kültür-medeniyet birleşiminin Avrupa'da belli bir bütünleşmeye ulaştığı,yani başka yerlerdeki bütünleşme tarzlarından farklı olduğu manasına gelir. Bir insana pek yakışmış olan bir elbise başkasına o derece yakışmaz; çünkü elbise ile onu giyen kişinin bedeni bir bütün teşkil eder. Fakat buna bakarak, başka bir insanın rengi ve şekli kendi vücuduna göre olan bir elbise diktiremeyeceğini söylemek doğru olmaz.Avrupa kültürü ve medeniyeti diye iki ayrı şey olmadığını söyleyenleri yanıltan şey, işte bu birleşimin mükemmelliğidir. Öyle ki, birbirine son derece uygun bir terkip meydana getiren kültür ve medeniyet, çıplak gözle ayırdedilemeyecek kadar kaynaşmıştır. Bu iki şeyin birbirinden ayrılığı daha çok kültürü ile medeniyeti henüz uyuşmamış olan, yeni medeniyet değiştirme süreci içinde bulunan ülkelerde göze çarpar. Bununla birlikte, ileride göreceğimiz gibi, teknoloji manevî değerler uyuşmazlığı günümüzün Batı dünyası için de çok önemli bir problem haline gelmiş bulunuyor.Kültür ve medeniyet bir bütün meydana getirdiği zaman, bu bütününün parçaları mesela başka bir bütünün içine girdiği takdirde, evvelkinden farklı bir mana kazanır. Modern teknoloji de Avrupa ve Amerika dışında bir kültür bölgesine yerleştiği zaman, artık orada Avrupa'dakinin aynı olamaz; nitekim olmamaktadır. Burada bizim özümleme (assimilation) dediğimiz olay meydana gelir; yani herhangi bir unsur hangi bütünün bir parçası oluyorsa bütün tarafından özümlenir. Buna "değiştirerek bünyeye alma" da diyebiliriz. Kısacası, modern teknolojinin Batıdan başka bir yere girememesi için hiçbir mantıkî (teorik) sebep mevcut değildir... Bunu söyleyebilmek için, söz konusu kültürün özünde modern teknolojiye intibakının imkânsızlığını isbat etmek gerekir. Pratik örnekler bizim bu söylediklerimizi destekleyecek mahiyettedir.Başka yerlerde ve başka vesilelerle de anlatmış olduğumuz gibi, Avrupalılaşmak için gerçekten Avrupalı gibi olmak lazımdır. Bizim klasik Avrupacıların haklı oldukları nokta budur. Fakat Avrupalılaşmak ile modernleşmek aynı şey değildir. Bu yüzden, modernleşmek için mutlaka Avrupalı olmak gerekmez. Zaten herhangi bir milletin bir başka millete ait kültürü olduğu gibi benimsemesi imkansızdır. Bu, tıpkı bir millete ait tarihin bir başka millet tarafından aynen yaşanması gibi olur. Tarih bir milletin hayatıdır; yani hayat içinde karşılaşılan ve büyük ölçüde başkalarınınkinden farklı olan şartların ve bu şartlara yapılan tepkilerin hikayesidir; kültür ise bu tepkilerden doğan inanç, norm ve davranış özellikleridir. Avrupalılaşmayı imkansız kılan şey işte budur.Biz milletin tarih ve kültürünün o millete mahsus olduğunu kabul ettiğimize göre, her milletin modern teknolojiyi benimseme ve kullanma tarzının da kendine mahsus olacağını kabul etmeliyiz. Fakat teknolojinin milletlerarası ortak özellikleri yok mudur? Elbette vardır ve bu ortak özelliklerin doğurduğu problemler bütün milletleri şu veya bu derecede tedirgin etmektedir. Bunları bu denemenin üçüncü kısmında ele alacağız.Baş taraftaki tartışmaya tekrar dönecek olursak, Batı teknolojisini almakla Avrupalı olmak gerektiğini söyleyenler esas tezlerinde haklı olmakla birlikte, kültür-medeniyet ayırımını çok basit bir seviyede ele almışlar ve modern teknoloji ile birlikte meydana gelecek değişmeleri (zarurî olanları da, kaçınılmaz olanları da) gerektiği gibi idrak edememişlerdir. Bunların çoğu Batı teknolojisine intibak ettiğimiz zaman, hayatımızı bütün sosyal müessese ve alışkanlıklarıyla birlikte aynen devam ettireceğimizi, sadece el tezgâhı yerine fabrikanın geleceğini ve böylece medeni dediğimiz vasıtalara asfalt yol, otomobil, ziraat makineleri, modern haberleşme vasıtaları, ilh. kavuşacağımızı düşünüyorlardı. Bugün de aynı düşünceyi paylaşan pek çok kimse vardır.Aslında Batılılaşma tezi hiçbir zaman sadece Batı teknolojisinin değil, Batının "ilim ve tekniğinin" alınması şeklinde ortaya atılmıştır. Modern teknolojinin bir zenaat ustalığı olmadığını, bunun bütün bir ilmî gelişmeye bağlı bulunduğunu Osmanlı aydınları da pekâlâ biliyorlardı. Fakat modern teknolojiyi doğurduğu düşünülen ilmî gelişmenin insanların dünya görüşlerinde, insan münasebetlerinde, siyaset ve idare anlayışında ilh. meydana getirmiş olduğu değişmelerden kaçma imkânı elbette bulunamazdı. İlimdeki ilerlemelerin Batı dünyasında ne büyük değişmeler yarattığım az çok bildiğimize göre, bizde de büyük bir zihniyet değişikliğine yol açmasını beklemeliydik. Batıda Kopernik'ten Einstein'a, Harvey'den Freud'a kadar ilmin insan düşüncesine ve oradan topluma soktuğu yenilikler bizde de elbette tesirini gösterecekti. Fakat Batının "ilim ve tekniği" tezini ileri sürenler, genellikle gelenekçi tavrın temsilcileriydi ve bunların ilim derken kastettikleri şey daha çok fen, yahut uygulamalı ilimdi. Meselâ Tıb, Ziraat, Fizik, Kimya gibi konularda doğrudan doğruya tatbikata, yani keşif ve icatlara, âlet ve vasıtaların kullanılmasına yol açan bir ilmî çalışma düşünülüyor, aynı ilmin dünya görüşü ile ilgili konuları adetâ akla bile gelmiyordu. Botanik ilminin verdiği bilgilerle bitki yetiştirmeye kimsenin itirazı yoktu, ama meselâ bunlarla birlikte bir Darwin teorisinin düşünce sistemimizde yer alması kolay hazmedilir şey değildi. Nitekim Türkiye'de hâlâ bu teorinin tutulmasına karşı çıkan "elit" ve "kalkınmacı" gruplar vardır.Modernizm karşısında takınılan bu iki ana tavır, yani model alınan ülkelerin bütün hayatlarını benim seme veya her türlü yeniliğin benimsenmesi şeklinde mutlak modernizm görüşü ile, modern hayata kontrollü bir şekilde intibak etme tezi bize mahsus değildir. Bütün kalkınma çabasındaki ülkelerde veya modernizmin dışında kalmış bütün ülkelerde mutlak modernizm ile modernleşme aleyhtarlığı arasında derece derece değişen görüşler temsil edilmektedir. Ancak kalkınmakta olan ülkelerde mutlak ve kontrollü modernleşme tezleri ön plânda görüldüğü halde, daha geri kalmış topluluklarda kuvvetli modernizm aleyhtarı cereyanlar da vardır.Fakat bugün dünyaya hâkim olan manzaraya bakacak olursak, artık modernleşme kolayca itiraz edilebilecek bir fenomen olmaktan çıkmıştır; ondan hoşnud olmayanlar modernleşmeyi reddedecek yerde kontrol etmenin yollarını araştırıyorlar. Buna karşılık, modernleşmenin dışında kalmak isteyen bazı gruplar hippiler vs. cemiyette sürekli olmayan birtakım marjinal gruplar halinde kalmışlardır.Erol GÜNGÖR*****Eserleriyle yaşıyorTürk bilim tarihinin ve Türk milliyetçilğinin büyük ve efsane ismi rahmetli aziz dostum Erol Güngör’ü Mümtaz Turhan Hoca’nın öğrencisi olduğu yıllarda, 1955’lerde tanıdım. Türk eğitim tarihinin unutulmaz ismi Fethi Gemuhluoğlu’nun aracılığı ile Mümtaz Hoca’nın kürsüsüne kabul edildiğini söylerlerdi. Burada Mümtaz Hoca’nın hem ilmini ve hem de bütün mizacını, dervişliğini, ilmi kariyerini tevarüs etmişti diyebilirim. 45 yıllık kısacık hayatını da tam bir derviş safiyeti ile yaşadı. Ve öylece öldü. Rahmetli Mehmet Kaplan da onun hayatını anlatırken öyle derdi. “10 yıl daha yaşasa Türkiye’nin kaderi değişir.” Bence de öyledir. Hayatını son yıllarında birbiri arkasından yayınlanan birbirinden güzel ve emsalsiz eserleri,Türk gençlerinin bütün kesimlerince kolayca anlaşılabilecek bir seviyede idi. İlimi esaslarından ayrılmadan kaleme aldığı onlarca kitabının tekrar tekrar basılması da onun Türk gençliğini ne kadar derinden etkilediğini gösterir. Ölümünün üzerinden geçen uzun yıllarda hemen her yıl yapılan anma törenlerinin çoğunda ben de konuşmacı olarak bulundum. Bu müşahadelerimi büyük bir sıcaklıkla değerlendiriyorum. Ziya Gökalp’den beridir yetişen birkaç büyük kültür adamımızın içinde o Türk milliyetçiliğin ve Türk kültürüne verdiği eserlerinin yanında pek çoğu daha sonra profesör olan, liselerimizde öğretmen olan yüzlerce öğrenci ve ilim adamı da yetiştirmiştir. Erol Güngör’ü gençlerimize iyi anlatmak, yeniden yorumlamak, örnek göstermek, kitaplarını tanıtmak, mümkün olduğu kadar geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağlamak bugünlerimizi de iyi anlayıp değerlendirmemiz için çok önemlidir. Hele tek bir cilde sığdırdığı Türk Tarihi’nin her bölümünü ezberlercesine okumak her Türk milliyetçisi için farzdır. Erol da her fani gibi, vefat ederek edebiyete intikal etti. Fakat eserleri kendi yaşadığı yıllardaki Türk gençlerine ışık tuttuğu gibi gelecek Türk gençliğine de ışık tutmaya devam edecektir. Nurlar içinde yatsın.Muhiddin NALBANTOĞLU*****"Bana biri çıkıp 'Gerçek Türk aydını nasıl olmalıdır?' diye sorsa hiç tereddüt etmeden 'Erol Güngör gibi!' derim, evet Erol Güngör gibi. Onu yakından tanımış ve aşağı yukarı bütün yazdıklarını okumuş biri olarak söylüyorum bunu. ... Erol Güngör'ü en iyi tarif edecek kelimeleri bulmakta zorlandığımı itiraf ederim; yalnız beylik de olsa, şu sözü kullanmayı zaruri görüyorum: O bizden biriydi."Beşir Ayvazoğlu, 'Defterimde Kırk Sûret' adlı kitabında Türk düşünce tarihinin önemli isimlerinden sosyal psikolog Prof. Dr. Erol Güngör'ü böyle anlatıyor.....
ATSIZ
1905-1975 yılları arasında yer küresinde Atsız adlı bir yiğit yaşadı. Tarihin derinliklerinden kopup gelen bir ruh 1905’te maddeye bürünüp Hüseyin Nihal oldu. Türk kavramı Hüseyin Nihal’in bedeninde büyüdü, olgunlaştı; Türk ülküsüne dönüştü. Atsız, Türk ülküsünü yazdı, anlattı, yaşadı.Atsız bir tarihçi idi; tarihin içinde yaşamış bir tarihçi. Tanrıkut Motun’un ordusunda bir er, İlteriş Kağan’ın ordusunda bir bağımsızlık savaşçısı, İkinci Murad’ın sarayında bir Oğuz bilicisi idi. O tarihçi değil, tarihin kendisi idi.Atsız romanlar yazdı. Kür Şad’ı, Urungu’yu, Deli Kurt’u, Burkay’ı, Şeref’i, Selim Pusat’ı yazdı. Onlarla yürüdü, at bindi, kılıç salladı, tartıştı. Roman diye yazılanlar zamana karıldı, zamanla birlikte akmaya devam ediyor; destana çevrildi, destanlar gibi kat kat olup yayılıyor. Atsız destancı değil, destanın kendisi idi. Şiirler yazdı; şiire ruhunun, ülküsünün damgasını vurdu. Şiire, edebiyata sevdalandı; onlarla kanatlandı. Toprağı, maziyi, ülküyü, kahramanlığı, kaderi şiirleştirdi. Atsız bir şair değildi, şiirin kendisi idi.Ülküyü söyledi, ülküyü yazdı, ülküyü yaşadı. Destanlar çağından kapıp geldi ülküyü, nazlı bir sevgili dedi ona ve nazlı yüzünü bize de gösterdi. Sonra sevgilisini alıp destanlara karıştı. Ülkü, destan; Atsız, ülkü oldu; ülkünün kendisi oldu.Atsız diyor ki:“Dünya bir çarpışma alanıdır. Yaratıcı kuvvet, dünyayı bir çarpışma düzeni içinde yaratmış, yaratılanlar çarpışma düzeni içinde yaşayıp bugüne erişmişlerdir.” “Millî ülküler toplulukların yaratıcı kuvvetidir. Bütün yaratıcı güçler gibi de aykırılıkları yok etmek özelliğine maliktir. Türk yaratıcı gücü, yani Türk ülküsü, yüzyıllardan beri prensip hâline gelmiş, uğrunda çarpışılmış, birkaç kere gerçekleşmiş bir düşüncedir. Ona hayal diyenler, hayal içinde gevşeyip tembelleşmiş olanlardır.”“Ülkü ilk önce insanların gönüllerinde, gönüllerinin derinliklerinde, şuuraltında, hayallerinde doğar ve kendini önce destanlarda gösterir. Sonra şuura geçer, büyük kılavuzlar tarafından açıklanır. Daha sonra da büyük kahramanlar, onu gerçekleştirmek için büyük hamleler yapar. Bu hamle sırasında da ülkülü millet, kahramanlar ardından gönül isteği ile koşar. Bütün bu uğraşmalar arasında da millet yürür, önce manen, sonra maddeten ilerler, olgunlaşır, erginleşir.” “Ülküler, gerçekle hayalin karışmasından doğmuş olan, düne bakarak yarını arayan, milletlere hız veren ve uğrunda ölünen büyük dileklerdir. Milletler ölebildikleri kadar yaşama hakkına sahiptirler.”“Türkiye’deki insanlar ‘Türkiye halkı’ olarak anıldığı zaman yalnız çalışıp kazanan, şuraya buraya giden, oturan ve eğlenen bir yığın akla gelir. Aynı insanlar ‘Türk milleti’ olarak ele alınınca geçmiş yüzyıllardan kopup gelen, zafer ve kültür yaratıcısı olan, gelecek için ülküsü bulunan, bunun için savaşa varıncaya kadar her fedakârlığı göze alan güçlü bir topluluk söz konusudur.” “Bir ülkünün çerçevesinde toplanmak ve onun için ölümü bile göze alarak savaşmak ne güzel şeydir!” “Bugünkü kaba maddecilik arasında Türk ülküsü sararmış, biraz küllenmiş gibi görünüyor. Maddecilik hastalığı geçtiği zaman o yine parlayacaktır.”* * *Yurt ve şeref uğrunda sen seril de toprağaVarsın hiçbir dudakta anılmasın er adın!Kan sızarak göğsünden huzuruna varıncaIstırabı dinecek belki o gün Kür Şad’ınProf. Dr. Ahmet B. ERCİLASUN
KAHRAMANLIK
Kahramanlık ne yanlız bir yükseliş demektir,
Ne de yıldız gibi parlayıp sönmektir.
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;
Kahramanlık: Saldırıp bir daha dönmemektir.
.
Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından
Kosar adım gitmeli onların arkasından.
Kahramanlık: İçerek acı ölüm tasından
İleriye atılmak ve sonra dönmemektir.
.
Yırtıcılar az yaşar... Uzun sürmez doğanlık...
Her ışığın altında gizlidir bir karanlık;
Adsız şansız olsa da, en büyük kahramanlık;
Göz kırpmadan saldırıp bir daha dönmemektir
.
Kahramanlık ne yanlız bir yükseliş demektir.
Ne de güneşler gibi parlayıp sönmektir.
Bunun için ölüme bir atılış gerekir.
Atıldıktan sonra bir daha dönmemektir...
.
HÜSEYİN NİHAL ATSIZ
...
11 Aralık 1975 Perşembe Günü ani bir kalp krizi ile ebediyete intikal eden Hüseyin Nihal Atsız , 12 Ocak 1905 ( 12 Kânun-i sâni 1905 ) tarihinde İstanbul`da doğmuştur.Atsız Bey`in babası Gümüşhane`nin Torul/Dorul kazasının Midi köyünün Çiftçi-oğulları ailesinden Deniz Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey, annesi Trabzon`un Kadı-oğullaı ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey`in kızı Fatma Zehra Hanım`dır.Atsız Bey`in ailesi, Gümüşhane`nin Torul/Dorul kazasının Midi köyünde Çiftçi-oğulları adı ile bilinmektedir. Çiftçi-oğulları, Midi Köyünde 18. asrın sonlarına doğru yakınındaki Edire köyünden göçmüşlerdir.Çiftçi-oğulları ailesinin tesbit edilen ceddi 19. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen Ahmed Ağa`dır. Ahmet Ağa`nın İsmail, Süleyman, Hüseyin ve Şakir adlı dört oğlu olmuştur. İsmail Ağa`nın çocukları Midi`den, Yozgat`ın Akdağ Madeni kazasının Dayılı köyüne göçmüşlerdir. Şakir Ağa`nın evladı olup olmadığı bilinmemektedir.Ahmet Ağa`nın üçüncü çocuğu olan Hüseyin Ağa (1832 - 1894 ) ışe 1850-1852 şıralarında Deniz eri olarak Istanbul`a gelmiş, okumayı ve yazmayı asker ocağında öğrenmiş, askerliğinin nihayetinde de teskere bırakarak Osmanlı Donanması (Dönanma-yı Hümayün) 'da kalmış ve makina önyüzbaşlığına ( çarkçı ( -Makine) Kölağalığı )'na terfi etmiştir.Hüseyin Ağa`nın eşi Emine Hayriye Hanım`dır. Iki çocukları olmuştur. Nevber Hanım ile Mehmet Nail Bey ( 1877- 1944 ). Mehmet Nail Bey de Osmanlı Donanması`na girmiş ve Deniz Kuvvetlerinde Deniz Güverte Binbaşılığı`ndan emekli olmuştur.Mehmet Nail Bey`ın ilk eşi 1903 yılında Yüzbaşı iken evlendiği Fatma Zehra Hanım ( 1884 - 1930 )'dır. Fatma Zehra Hanım, Deniz Yarbayı ( Bahrıye Kaymakamı) Osman Fevzi Bey ile Tevfıka Hanım'ın kızıdır. Osman Fevzi Bey, Trabzon`lu ölüp ailesi Kadı-oğulları namı ile marüfdür.Mehmet Nail Bey`ın ilk eşinden üç çocuğu olmuştur. 12 Ocak 1905`de Hüseyin Nihal (Atsız), 1 Mayıs 1910'da Ahmet Nejdet (Sancar) ve Aralık 1912`de Fatma Nezıhe (Çiftçioğlu).1930 yılında ilk eşinin damar sertliğinden vefatı üzerine Mehmed Nail Bey, 1931 yılında yeniden evlenmiştir. İkinci eşinin adı da Fatma Zehra`dır. İkinci eşinden 1932 yılında Necla (Çiftçioğlu) adlı bir kızı olan Mehmed Nail Bey ikinci eşiyle geçinememış ve iki yıl sonra ayrılmıştır.İlk ve Ortaöğreniminı Kadıköy`dekı Fransız ve Alman okullarında (1911), babası Mehmed Nail Bey`ın Kızıldeniz`dekı görevinden ötürü Süveyş`de bir Fransız İlkokulu`nda birkaç ay (1911), Kasımpaşa`dakı Cezayirli Gazi Haşan Paşa İlk Mektebi, Haydarpaşa`dakı Hususi Osman İttihad İlk Mektebi Kadıköy Sultanisi ve İstanbul Sultanisi'nde yapmıştır.İlkokula 6 yaşında iken, Kadıköy`dekı Fransız okulunda, Latin harfli öğretim ile başlayan Atsız`a göre Bu okulda dersten çok oyun ve şarkı vardı. Buna rağmen, dil bilmeyip derdini anlatamaması yüzünden Bu okulda çok sıkılmakta idi. bir gün, teneffüs sırasında, kendisinden üç-dört yaş büyük bir Rum çocuğu Atsız'ın kafaşını duvara vurmuş ve Atsız'ın yarılan kafauından kanlar akmauı üzerine de, bağıra çağıra suçünu İstavri adlı bir başka Rum çocuğunun üzerine atmış, bünün üzerine İstavri, derste iki dizi üzerine çöktürülüp, dizlerinin altına da, daha çok acı çeksin dıye, bir cetvel konarak, ders sonuna kadar cezalandırılmıştır. Bu haksızlık küçük Atsız`ın çocuk ruhunda fırtınalar yaratmış ve Atsız "şu mektep yansa da kurtulsam" diye içinden bedduada bulunmuştur. bir müddet sonra bir gece, tesadüfen çıkan bir yangında Fransız Mektebi yanınca Küçük Atsız istemediği Bu mektepten kurtulmuş, fakat Bu sefer de Latin harfleri ile öğretim yapan başka bir okula, Alman Mektebi`ne verilmiştir.Bir müddet sonra, Kızıldenız`de bulunan Malatya Gambotunun süvarisi olan babası Mehmed Nail Bey`in yanına giden Atsız, Türk-İtalyan şavaşının çıkması üzerine Mehmed Nail Bey`ın Osmanlı Bahriye Nezareti`nde Süveyş`e sığınması emrini alması ile, Süveyş sokaklarında İtalyan çocukları ile döğüşmesi, Atsız`ın milliyetçi mücadelesinin ilk örneklerindendir.Babasının İstanbul'a dönme emrini alması ile İstanbul`a gelen Atsız, Kasımpaşa`dakı Cezayirli Gazi Hasan Paşa mektebine kaydolmuş ve Arap harfleri ile öğrenime başlamıştır. Ailesinin Kasımpaşa`dan Kadıköy`e taşınması ile Hususi Osmanlı İttihad Mektebı`nde öğrenimine devam eden Atsız, babasının önyüzbaşı ( Kölağaşı ) olarak Birinci Cıhan Harbi`ne gitmesi yüzünden Hususi Osmanlı İttihad Mektebi`nden Kadıköy Sultanisi`nın rüştıye ( ortaokul ) kısmında öğrenimine devam etmiştir. Buradan da İstanbul Sultanisi`ne geçen Atsız, 1922 tarihinde lise öğrenimini tamamlamıştır.1922 yılında imtihanla Askeri Tıbbıye`ye girmiştir.O yıllarda Tıbbıye`de kömünistlik ve bir takim azınlık milliyetçiliği güden öğrenciler vardı. Bu öğrenciler ile Türk öğrenciler arasında sık sık tartışmalar olur, Bu tartışmalar arasıra da yumruk kavgasına dönerdi. Bu kavgaların içinde Atsız da ölürdü. Bu yüzden birçok defa disiplin ve hapis cezası almıştır. Zıya Gökalp`in cenaze töreninin yapıldığı günün akşamı, Türk öğrenciler ile diğer öğrenciler arasında çıkan bir kavga sonuçunda, Atsız`a gayet ağır bir ceza verilmiştir. Bu ceza, öğrenciliği sırasında işleyeceğı herhangibir suç neticesinde Atsız`ın Askeri Tıbbıye`den çıkarılacağıdır.Atsız, Askeri Tıbbıye`nın 3. sınıfında iken, Arap asıllı olduğu için Bağdatlı Mesud Süreyya Efendi adlı bir mülazım (Teğmen`ın) kasdi bir şekilde lüzumsuz bir yerde istediği selamı vermediği için, 4 Mart 1925 tarihinde Askerı Tıbbıye`den çıkarılmıştır.Bu hadiseden sonra üç ay Kabataş Lısesi`nde yardımcı öğretmenlik yapan Atsız, daha sonraları Deniz Yolları`nın Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda katip muavini olarak vazife görmüş ve bu vapurla İstanbul-Mersin arasında birkaç sefer yapmıştır.1926 yılında İstanbul Darülfününü'nün Edebiyat Fakültesi`nin Edebiyat Bölümü`ne ve İstanbul Darülfününü`nün yatılı kısmı olan Yüksek Müallim Mektebı`ne kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağırılmış, tecil ısteği kabul edilmeyen Atsız askerliğini 9 ay olarak (28 Ekim 1926-28 Temmuz 1927) İstanbul`da Taşkışla`da 5. piyade alayında er olarak yapmıştır.Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı "Anadolu`da Türklere ait yer isimleri" adlı makalelerinin Türkiyat Mecmuası`nın ikinci cildinde yayınlanması ile hocası olan M. Fuad Köprülü`nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Edirneli Nazmı`nın divanı üzerinde mezuniyet çalışması yapmış ( Divan-ı Türk-ı Basit, Gramer ve Lügatı, 1930, 111 s. Türkıyat Enstıtüsü Mezuniyet Tezi, nu. 82) ve aynı yıl Edebiyat Fakültesi`nden mezun olmuştur. Atsız`ın sınıf arkadaşları arasında Tahsin Banguoglu, Ziya Karamuk, Orhan Şaik Gökyay, Pertev Naili Boratav, Nihad Şami Banarlı gibi isimleri sayabiliriz.Mezuniyetini müteakıp Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. M. Fuat Köprülü, Maarif Vekaleti nezdinde Atsız için tavussutta bulunarak, Yüksek Öğretmen Okulu`nu öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecbüri hizmetini affettirmiş ve Atsız`ı kendisine asistan almıştır. ( 25 Ocak 1931 )Atsız, 15 Mayıs 1931`den 25 Eylül 1932 tarihine kadar Atsız Mecmua`yı (toplam 17 sayı) çıkarmıştır. M. Fuad Köprülü, Zeki V. Togan, Abdülkadir İnan gibi edebiyat ve tarih bilginlerinin de dahil bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu "Türkçü ve Köycü" dergi, devrinde ilim, fikir ve sanat alanında çok tesir yaratan Türkçü bir çığır açmış, adeta Cumhuriyet devri Türkçülüğü`nün öncüsü olmuştur. Atsız, kendisini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını (H. Nihal) imzası ile, hikayelerini de (Y.D.) imzası ile, bu dergıde neşre başlamıştır.1931 yılında Darülfünün`ün Felsefe bölümünden mezun olan ilk eşi Mehpare Hanım ile evlenmiştir ( Ocak 1931). Ocak 1933`den itibaren eşi ile ayrı yaşayan Atsız, 1935 yılında Mehpare Hanım`dan ayrılmıştır.1932 Temmuz`unda Ankara`da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi esnasında, ilmi olmayan bir tarih tezine karşı çıkan Prof. Dr. Zekı Velidi Togan`a Dr. Reşid Galip`in yaptığı haksız hücum üzerine Atsız, içerisinde ikinci eşi Bedriye (Atsız) `ında bulunduğu sekiz arkadaşı ile, Dr. Reşid Galib`e "Zekı Velidi`nin talebesi olmakla iftihar ederiz" diye bir protesto telgrafı çekmiş ve bu telgraf üzerine mimlenmıştır.İstanbul Darülfününü`nda Edebiyat Fakültesi`nın dekanı olan Prof. Dr. M. Fuad Köprülü ile umumi Türk Tarihi profesörü Zeki Velidi Togan, Ankara`nın inanmadıkları tarih tezini yıkmak için anlaşmışlardı. Fakat Köprülü, Zeki Velidi`ye yapılan pek ağır tenkidi görünce, daha önce verdiği karardan caymış ve Ankara`nın tarih tezi aleyhine hazırladığı konuşmasını yapmamış ayrıca Zeki Velidi ve Atsız gibi muhalıf olmadığını göstermek için de asistanı olan Atsız`ı ünıversiteden çıkaracağını vaad etmiştir. Köprülü, Atsız`a üniversiteden atılacağını, kendisinin daha önce davranıp liselerden birinde hoca olmasını tavsiye edince Atsız, hocası ve amiri olan Köprülü ile yaptığı şiddetli bir münakaşadan sonra vazifesinde kalıp mücadelesine devam etmiştir. 19 Eylül 1932`de Dr. Reşid Galip Maarif Vekili olmuş ve kısa bir süre sonra da Edebiyat Fakültesi Dekanlığı`na vekaleten bakan Ali Muzaffer Bey asaleten tayin edilmiştir.Atsız`ı ünıversiteden uzaklaştırmak için fırsat arayan Reşid Galib, Atsız`ın Atsız Mecmua`nın 17. sayısındaki "Darülfünün`ün kara, daha doğru bir tabirle, yüz kızartacak listesi" adlı makalesi ile bu fırsatı yakalamış ve Edebiyat Fakültesi Dekanı kanuni hiç bir sebeb yok iken Atsız`ın üniversite asistanlığına son vermiştir (13 Mart 1933). Ünıverşiteden çıkarılmasından birkaç gün sonra Atsız, Edebiyat Fakültesi Dekanı`nı Tokatlıyan`dakı bir çayda yakalayıp yüzlerce kişinin önünde tokatlamıştır. Atsız`a bu hadise için hiç bir şekilde tepki gösterilmemiştir.Üniversite asistanlığından çıkarılan Atsız (Mart 1933) Malatya Orta Okulu`na Türkçe öğretmeni olarak tayin edilmiştir.Malatya`da kısa bir müddet (8 Nisan 1933 - 31 Temmüz 1933) Türkçe öğretmenliği yapan Atsız, Edirne Lisesi Edebiyat öğretmenliği`ne tayin edilmiştir.Atsız`ın Edirne`deki Edebiyat öğretmenliği de hemen hemen dört ay kadar kısa bir müddet devam etmiştir (11 Eylül 1933 - 28 Aralık 1933).Edirne`de iken Atsız Mecmua`nın devamı mahiyetindekı "Aylık Türkçü Derğı" olan Orhun (5 Kaşım 1933 - 16 Temmüz 1934, sayı 1-9 ) Dergisi`ni yayınlayan Atsız, dergide Türk Tarih Kurumu tarafından çıkarılan ve liselerde ders kitabı olarak okutulan dört ciltlik tarih kitaplarının yanlışlarını ağır bir şekilde tenkit ettiği için vekalet emrine alınmış, (28 Aralık 1933), 9. sayısında da Orhun , Bakanlar Kurulu kararı ile, kapatılmıştır.Dokuz ay vekalet emrinde kalan Atsız, Kasımpaşa`dakı Deniz Gedikli Hazırlama Okulu`na Türkçe öğretmenı ölarak tayin olmuştur (9 Eylül 1934).27 Şubat 1936 tarihinde ikinci eşi olan Bedriye Hanım (Atsız) ile evlenen Atsız`ın bu evlilikten 4 Kasım 1939 tarihinde Yağmur ve 14 Temmuz 1946 tarihinde de Buğra adlı iki oğlu olmuştur.1 Aralık 1913 tarihinde İzmir`de doğan Bedriye Hanım`ın ailesi Raşit Kadı-zedeler diye tanınmaktadır. Babası asker olan Bedriye Hanım`ın tesbit edilen ecdadının hepsi ilmiye sınıfına mensup olup, Kadı`dadır.İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü`nden 1935 yılında mezun olan Bedriye Hanım, Osman Sabit Bey`in üç kızından ikincisidir. Ablası Bedia Hanım (doğumu 1909) dört çocuk sahibidir. Edebiyat Fakültesi`nin Türk Dılı ve Edebiyatı Bölümü`nden mezun olan (1939) küçük kardeşi merhume Behiçe Hanım ( doğumu 1915 - ölümü 1967 ) ise Prof. Dr. Mehmet Kaplan`ın eşi idi. Behiçe ve Mehmet Kaplan`ın çocukları olmamıştır. Behiçe Hanım babasının Birinci Cihan savaşında, Kafkas cephesinde, vefatından sonra doğmuştur.Atsız Bey, çok üzün müddetten beridır ayrı yaşadığı ikinci eşi Bedriye Atsız`dan da Mart 1975 tarihinde böşanmıştır.Atsız. Kasımpaşa`dakı Deniz Gedikli Hazırlama Okulu`nda Türkçe öğretmenı olarak 4 yıl kadar çalışmış ve 1 Temmüz 1938 yılında bu vazifesinden ıhraç edilmiştir.Atsız`ın bu okuldan ıhraç edılmesinın sebebi de yine azınlık meselesi yüzündendir. Deniz Gedikli Hazırlama Okulu`nun yönetmeliğine göre, Türk olmuyanlar okula öğrenci olarak alınamazdı. Yenı öğrencileri imtihan eden komisyonda üye olan Atsız, sorduğu sorularla adaylardan Türk asıllı olmuyanları tesbit etmekte ve öğrenci olarak okula alınamayan bu adaylar yüzünden de etrafındaki düşmanlar çoğalmakta idi. Deniz Gedikli Hazırlama Okulu`nun 1937-1938 yıllarındaki müdürü Arnavut asıllı idi. Arnavut asıllı müdür, Atsız`ı imtihan komisyonundan çıkarmış ve böylece okula Türk olmayan öğrenciler de alınmıştır. Bu hadise üzerine Arnavut asıllı müdüre selam vermeyen Atsız, müdürün Mıllı Savunma Bakanlığı`na yazdığı bir yazı sonucunda bu okuldakı vazifesinden ihraç edilmiştir.Bünün üzerine Atsız, Özel Yüce-Ülkü Lisesi`ndeki öğretmenliğine devam etmiştir.1937 yılından 1939 yılının Haziran`ının sonuna kadar Özel Yüce-Ülkü Lisesi`nde Edebiyat öğretmenliği yapan Atsız, 19 Mayıs 1939 - 7 Nisan 1944 tarihleri arasında yine özel bir lise olan Boğaziçi Lisesi`nde Edebiyat öğretmenliğinde bulunmuştur.Atsız, Boğaziçi Lisesi`nin Türkçe öğretmeni iken Orhun (1 Ekım 1943 - 1 Nisan 1944 , sayı 10-16, toplam 7 sayı) Dergisi`ni yeniden neşre başlamıştır.>/p>II. Dünya savaşı sıralarında yerli komünistler faaliyetlerini fevkalade artırdıkları halde, resmi makamlar bu aşırı hareketlere karşı tedbir almak yerine, seyirci kalmayı tercih etmekte idiler.Atsız, ilgililerı ikaz için Orhun`un Mart 1944`de yayımlanan 15. sayısında, devrin başbakanı Şükrü Saraçoğlu`na hitaben bir "açık mektup" yayınlamıştır. Bu açık mektupta, komünistlerin artan faaliyetleri belirtilmekte idi. Orhun kapatılmadığı takdirde bir sonraki sayısında bu aşırı faaliyetlerin belgeleri ile birlikte örneklerini vereceğini bildiren Atsız, Orhun`un kapatılmaması üzerine Nisan 1944`de yayımlanan 16. sayıda, Giritli Ahmed Cevad Emre, Pertev Naili Boratav, Sabahattin Ali ve Sadrettın Celal`ın komünist faaliyetlerini açıklayarak devrin Mıllı Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel`i istifaya çağırmıştır.Bu ikinci mektup yurt içinde büyük bir milli galeyana sebeb olmuş, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere bir çok şehirde, komünızm aleyhinde gösteriler yapılmaya başlanmıştır. Bu arada Atsız`a yurdun her köşesinden mektupların, telgrafların gelmesi Ankara`daki yetkilililerı tedirgin etmekte idi. Miliı Eğitim camiasındaki komünistler sebebı ile kendı partisinin mensupları tarafından dahi sığaya çekilmeye başlanan Hasan Ali Yücel, ilk işi olarak Atsız`ın Boğaziçi Lisesi`ndekı Edebiyat öğretmenliği gorevine son vermiştir (7 Nisan 1944 ). Orhun Dergisi ıse Bakanlar Kurulu kararı ile yeniden kapatılmıştır.Atsız`ın ikinci mektubunda "vatan haini" dıye tavsif ettiği Sabahattin Ali`de kışkırtılarak Atsız aleyhıne hakaret davası açmaya zorlanmıştır.Atsız, aleyhine dava açılınca trenle Ankara`ya gitmiş ve Türkçü Gençler tarafından daha istasyonda karşılanarak, bir otelde misafir edilmiştir.Hakaret Davası`nın 26 Nisan 1944 günü yapılan ilk oturumu gayet hadiseli geçmiştir. Bunun üzerine 3 Mayıs 1944 tarihinde yapılan ikinci oturuma üniversite öğrencileri alınmamış, bu yüzden de devrin Halk Partisi iktidarının ödünü patlatan büyük öğrenci gösterileri olmuş ve yüzlerce kişi tevkif edilmiştir."Sabahattin Ali - Nihal Atsız davası" olmaktan ziyade "Komünıstliğe karşı Türkçülük davası" halini alan bu davanın 19 Mayıs 1944 törenlerınde cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atsız ve arkadaşlarını ağır şekilde itham eden nutkunu söylemiş ve bu nutuk üzerine de Atsız ve 34 arkadaşı İstanbul 1 Nümaralı Sıkıyönetım Mahkemesi`nde yargılanmaya başlamışlardır. Aralarında Zeki Velidi Togan, Hüseyin Namık Orkun, Reha Oğuz Türkkan, Orhan Saik Gökyay, İsmet Tümtürk, Nejdet Sancar, Fethi Tevetoğlu, Alparslan Türkeş, Said Bilğiç gibi ünıversite profesörü, öğretmen, subay, doktor ve üniversite öğrencilerinden ibaret sanıklar, sorguya çekme adı ile ilk önce çeşitli işkencelere maruz bırakıldıktan sonra, 7 Eylül 1944 günü yargılanmaya başlanmıştır. "Irkçılık-Turancılık davası" adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde nıhayetlenmiş ve Atsız 6.5 seneye mahküm olmuştur.Atsız bu kararı temyiz etmiş ve Askeri Yargıtay 1 Numaralı Sıkıyönetım Mahkemesi`nin kararini esasından bozmuştur. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekım 1945 tarihinde tahliye edilmiştir.5 Ağustos 1946 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetım Mahkemesi`nde tutuksuz olarak başlayan Atsız ve arkadaşlarının davası ( bu dava prof. Kenan Öner - Hasan Ali Yücel davası ile tanınmıştır) 31 Mart 1947 tarihinde nıhayetlenmiş ve 29 oturum devam eden mahkeme bütün sanıkların beraatine karar vermiştir.Nisan 1947`den Temmuz 1949`a kadar kendisine ış verilmeyen Atsız, Ekim 1945 - Temmuz 1949 tarihleri arasında geçinmek için kitaplarından bazılarını satmak zorunda kalmıştır. Bir müddet Türkiye Yayınevi`nde çalışan Atsız, Türk-Rus savaşlarının özeti olan "Türkıye Asla Boyun Eğmeyecektir." adlı kitabını da Sururi Ermete adlı şahşın adı ile yayınlamak zorunda kalmıştır.Atsız`ın sınıf arkadaşlarından Prof. Dr. Tahşın Bangüoğlu Milli Eğitim Bakanı olunca, Atsız`ı 25 Temmüz 1949`da Süleymaniye Kütüphanesi`ne "uzman" olarak tayin etmiştir. Bir müddet bu vazifede çalışan Atsız, Demokrat Parti`nin iktidara gelmesinden sonra Haydarpaşa Lisesi Edebiyat öğretmenliğine tayin olmuştur (21 Eylül 1950).4 Mayıs 1952 tarihinde Ankara Atatürk Lisesi`nde vermiş olduğu "Türkıye`nin Kurtuluşu" konulu bir konferans üzerine, Cumhuriyet Gazetesi Atsız`ın aleyhine yalan yayın yapmış, hakkında bakanlık tarafından tahkikat açılan Atsız`ın konuşmaşının ilmi olduğu tesbit edilmiş, fakat Atsız Haydarpaşa Lisesi`ndeki Edebiyat öğretmenliği görevinden "muvakkat" kaydı ile alınarak (13 Mayıs 1952) yine Süleymaniye Kütüphanesi`ndekı vazifesine tayin edilmiştir.31 Mayıs 1952 tarihinden emekliliğini istediği 1 Nisan 1969 tarihine kadar Süleymaniye Kütüphanesi`nde çalışan Atsız`ın en uzun süreli memuriyeti bu kütüphanedekı memuriyeti olmuştur.Adalet Partisi iktidarı zamanında Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde baş gösteren "yıkıcılık" ve "bölücülük" hareketleri hakkında, Atsız, ( Devrin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay`ı Gaziantep`e giderken bir kişinin "ıdareciler Araplara toprak veriyorlar, biz Türklere vermiyorlar" sözlerine karşılık cumhurbaşkanı Sunay`ın "Türk topraklarında yaşayan herkes Türk`tür" demesi üzerine) Ötüken`in Nisan 1967`de yayınlanan 40. sayısından itibaren "Konuşmalar I" (sayı 40), "Konuşmalar II" (sayı 41), "Konuşmalar III" (sayı 43), "Kızıl kürtlerın yaygarası" (sayı 42), "Doğu mitinglerinde kürt devleti propagandası" (sayı 43), "Satılmışlar-Moskof Uşakları"(sayı 48), adlı seri makalelerinde kürtçü kömünistlerin Doğu Bölgelerimiz`de yaptıkları gizli çalışmaları açıklamış ve bu makaleler hakkında savcılıkça tahkikat açılmıştır. Savçılığın yaptığı ilk tahkikatta Atsız`a hiç bir şuç kondurulamamıştır. Ancak bu yazılar üzerine, Ankara`dakı kızıl teşekküller tarafından Atsız aleyhine hazırlanmış kızıl bildiriler sokaklarda dağıtılmış ve aynı günlerde Adalet Partisi`nin bir Diyarbakır senatörü, senato kürsüsünden Atsız aleyhine ağır bir konuşma yapmıştır.Bu sistemli girişimler sonucunda, Hasan Dinçer`in Adalet Bakanı olduğu sıralarda, bakanlık tahkikat açmış ve Atsız mahkemeye verilmiştir. Davanın devam ettiği 6 yıl içerisinde 12 Mart muhtırası verilmiş ve arkasından sıkıyönetim ilan edilmiştir. Sıkıyönetim mahkemelerinde Türk Milleti`nin ve vatanının birliğine ve bölünmezliğine karşı çıkan yıkıcılar, bölücüler, kömünistler ve anarşiştler mühakeme edilirken, sivil mahkemelerde ise aynı hususlara daha 4-5 yıl önce dıkkati çeken Atsız mühakeme ediliyordu. Uzun duruşmalardan sonra mahkeme Ötüken`in sahibi Atsız`ı ve sorumlusu Mustafa Kayabek`i 15`er ay hapse mahkum etmiştir. Mahkeme başkanının karara katılmadığı ve 2-1`lik ekseriyetle verilen bu karar temyiz edilince Yargıtay tarafından bozulmuş, fakat aynı mahkeme 2-1`lik kararda ısrar edince Yargıtay hükmü tasdik etmiştir. Atsız ve Mustafa Kayabek "Tashih-i karar" isteğinde bulunmuşlar fakat bu iştekleri mahkemece kabul edilmemiş ve böylece mahkümiyet kararı kesinleşmiştir.Krönik enfarktüs, yüksek tansiyon ve ağır romatizmadan rahatsız olduğu için Haydarpaşa Numune Hastanesi`nde yatan Atsız`a Haydarpaşa Numune Hastanesi tarafından "cezaevine konulamayacağı" kaydı bulunan rapor verilmiş, fakat 4 aylık bir rapor adlı tıp tarafından kabul edilmemiş ve "reviri olan cezaevinde kalabilir" şeklinde değiştirilmiştir. Bunun üzerine infaz savcılığı 14 Kasım 1973 Çarşamba günü sabahı Atsız`ı evınden aldırarak Toptaşı Cezaevi`ne sevketmiştir. 40 kişilik adı suçlular koğuşuna konulan Atsız, bir müddet sonra reviri olan Sağmalcılar Cezaevi`ne nakledilmiştir. Atsız, kesinleşen 1.5 yıllık cezasını çekmek için hapse girince, Atsız`ın yazılarından, fikirlerinden, eserlerinden feyz alan milliyetçi ilim adamları, üniversite mensupları, gençlik teşekkülleri, kültür dernekleri vasıtası ile Türk milleti , cumhurbaşkanına başvurup Atsız için af çıkarmasını istemiştir. Atsız Hoca, suç ışlemediğini belirterek bizzat af talep etmediği halde , cumhurbaşkanı Fahri Korütürk yetkisini kullanarak Atsız`ın cezasını affetmiştir. 22 Ocak 1974 Salı günü öğleden sonra saat 17'de Bayrampaşa Cezaevi`nden tahliye edilen Atsız, 1.5 yıllık cezasının 2.5 ay kadarını cezaevinde geçirmiştir.Atsız hiç şüphesiz ki Türk Mıllıyetçiliği`nin Zıya Gökalp`ten sonrakı en büyük ismi olmuştur.Fikirleri ile yaşayışını telıf eden bir karaktere ve şahsiyete sahipti. İbnülemin Mahmut Kemal İnal`ın tarifi ile "Atlıyı atından indirecek derecede şiddetli yazılar yazan" Atsız, ateşli ve keskin bir üsluba sahip olması yanında, hususi hayatında sakin, kibar, mülayim, nüktedan ve şakacı idi. Kendisinden kaç yaş küçük olursa olsun herkese "bey" diye hitap ederdi. Vakur davranışı ve tevazü içinde yaşayışı ile, dimdik başı ve sağlam karakteri ile Atsız Bey, Türk Tarihinin derinliklerinden kopup gelen bir "Türk Beyi" idi.Hayatı boyunca Atsız ile uğraşılmıştır. Her seferinde de uğraşanlar yenilmiştir. Mağlup olanların yerine yenilerı gelmiş, fakat ne Atsız`ı yıldırabilmişler ne de "ülkü" sünü yenebilmişlerdir.Atsız, hayatında bir defa, o da ölüme karşı, mağlup olmuştur. Türk milliyetçiliğinin öncüsü olan Atsız, kuvvetlı bir Türkologdur. Türk dilini, tarihinı ve edebiyatını gayet iyi bilen Atsız, bılhassa Türk Tarihinin Göktürk devrini adeta yaşamışcasına bilir ve severdi. Çok sevdiği bu devreyi Bozkurtlar (Bozkurtların ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor) adı ile romanlaştırmış ve Göktürkleri yeni nesile tanıtarak sevdirmiştir.Deli Kurt adlı romanı Osmanlı Tarihinin ilk devrelerini romanlaştırmıştı.Ruh Adam`dakı Selim Pusat`ın şahsiyetinde Atsız`ı görürüz.Neşredilmemış eserlerinin içerişinde "II. Mahmut`tan günümüze kadar ki Osmanlı Hanedanı Tarihi" nı zikredebiliriz.Hapısten çıkmasından vefatına kadar olan devrede hazırlamakta olduğu "Türk Tarihi" adlı eser üzerinde çalışıyordu. Küçük kardeşi Nejdet Sancar`ın ani ölümü Atsız için çok acı bir darbe olmuş ve Atsız, Sancar`ın ölümünden sonra ancak 10 ay kadar yaşayabilmiş, bu yüzden de üzerinde çalıştığı eserlerini bitirememiştir.1975`in Kasım ayının ortalarında hasta olduğundan şüphelenilmiş, yapılan muayene ve testler sonucunda hasta olmadığı anlaşılmıştır.10 Aralık 1975 gününün akşamı kalp krizi geçirmiş, gelen dokoör enfarktüs olduğunu anlıyamamıştır. Ertesi akşam, Atsız`ı ziyaret eden yeni bir kriz, Atsız`ı mübarek Cuma gecesi aramızdan alıp götürmüştür( 11 Aralık 1975 ).Yarım asırdır hiç bir kuvvetin Türk Milliyetçiliği`nin burcundan indiremediği bayraklardan birincisi olan Atsız Bey`e Kurban Bayramı dolayısıyla ziyaret yapmak isteyenler, 13 aralık 1975 tarihinde Kurban Bayramı`nın ilk günü Kadıköy Osmanağa Camii`nde son vazifelerini ifa ettiler. Kılınan ikindi namazını müteakip Osmanağa Camii`nden Karacaahmet mezarlığında kardeşi Nejdet Sancar`ın yanına kadar, Türkiye`nin her yerinden gelen Türkçüler, O'nü eller üzerinde taşıdılar...Ruhu şad, mekanı cennet olsun.
CENGİZ AYTMATOV
Cengiz Aytmatov, 1928 yılında Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e bağlı Talas vadisinde yer alan Şeker Köyü’nde doğar. Babası Törekul Aytmatov, annesi Nagima Hamzayevna Aytmatova’dır. Memur olan babası 1937 yılında Stalin’in temizlik harekatının kurbanları arasındadır. Annesi çeşitli memuriyetlerde bulunmuş bir kadındır. Dört çocuğunu kendi başına büyütmek durumunda kalmıştır. Cengiz Aytmatov ilkokula kendi köyünde gider. Babaannesi Ayıkman Hanım, etrafında saygı gören bilge bir kadındır. Torunu Aytmatov’u ninniler, masallar, efsanelerle besler. İkinci Dünya savaşının yokluk yıllarını babasız geçiren Aytmatov, çocuk yaşından itibaren çalışmaya başlar. Ondört yaşında Şeker Köyü’nde köy sovyeti kolhozu sekreterliğine getirilir. Bir yıl da vergi memuru olarak çalışır. 1946 yılında Kazakistan’ın Cambul şehrinde veteriner teknik okuluna gider. Bu okul bitince, 1948’de Kırgızistan tarım enstitüsüne devam eder. 1953’de buradan veteriner olarak mezun olur.Aytmatov’un ilk eseri, 1952 yılında Pravda Gazetesi’nde yayınlanan Gazeteci Cyuda’dır. Bu hikayeyi, 1957 yılında yayımlanan Yüzyüze takip eder. 1956-58 yılları arasında Moskova’da Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne devam eden yazarın Cemile adlı hikayesi 1958 yılında Novy Mir (Yeni Dünya) dergisinde yayınlanır. Bu eseri büyük ilgi görür. Aytmatov şöhreti, bu eserinin Fransız şair Louis Aragon tarafından Fransızca’ya tercüme edilmesi ve Avrupa’da yayımlanması ile yakalar. Aragon bu hikayeye yazdığı önsözde Cemile hikayesi için “dünyanın en güzel aşk hikayesi” ifadesini kullanır.Aytmatov, Cemile’nin yayımlandığı 1958 yılında Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girer. Aynı yılın sonunda Kruşçev’in anti-Stalinist kampanyası sırasında Sovyet Komünist Partisine ve Yazarlar Birliğine kabul edilir. Aytmatov’un partiye girmesi ancak böyle bir durumda mümkün olmuştur, çünkü Aytmatov’un babası Stalin muhalifidir. Sırf bu yüzden öğrencilik yıllarında bursu kesilmiş, babasının muhalif olmasından dolayı terslikler yaşamıştır. Bu tarihten sonra hem Kırgız hem de Rus yazarlar arasında yerini pekiştirir. Bu yıllarda Literaturnyi Kırgızistan dergisi editörlüğünü, sonra beş yıl boyunca Pravda’nın Orta Asya muhabirliğini yapmıştır. Aytmatov 1963 yılında, İlk Öğretmen, Deve Gözü, Cemile ve Selvi Boylum Al Yazmalım adlı hikayelerinden oluşan Steplerden ve Dağlardan Hikayeler adlı kitabıyla Lenin Edebiyat Ödülü’nü kazanır. 1959-67 yılları arasında Novy Mir’in editörlüğünü yapar. 1968’de Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Aynı yıl Kırgızistan milli yazarı seçilir.Cengiz Aytmatov’un edebi seyri bu yıllarda hikayecilikten roman yazarlığına doğru kayar. İlk romanı olan Toprak Ana 1963’de neşredilir. Yine aynı yıl yayınlandığında büyük heyecan uyandıran Elveda Gülsarı’yı kaleme alan Aytmatov, daha sonraki yıllarda çeşitli yayın organlarında hikayelerini yayınlatmaya devam eder. 1964’de yayınlanan Kızıl Elma ve 1969’da yayınlanan Oğulla Buluşma hikayelerinden sonra, yazar 1970’de edebiyat aleminde yankı bulan Beyaz Gemi romanını neşreder. Daha sonra 1972’de Asker Çocuğu hikayesini, 1975’de Kazak yazar Kaltay Muhammedcanov’la birlikte Fuji-Yama adlı tiyatro eserini, 1976’da Sultanmurat, 1977’de Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek hikayelerini neşreder. 1980 yılında kaleme aldığı Gün Uzar Yüzyıl Olur romanı yazarın edebiyat hayatında izlediği yol bakımından önemlidir. Aytmatov, 1986 yılında neşredilen Dişi Kurdun Rüyaları isimli romanıyla, yazarlık seyrini mahalli olandan evrensel olana taşımıştır.Aytmatov 1990’da yayınlanan Beyaz Yağmur ve Yıldırım Sesli Manasçı hikayelerinden sonra, aynı yıl Cengiz Han’a Küsen Bulut’u yayınlar.Aytmatov, başarılı bir edebiyatçı olması yüzünden devletten itibar görmüş, devletin çeşitli birimlerinde görev almıştır. 1978 tarihinde Yüksek Sovyet Prezidium’u tarafından Sosyalist İşçi Kahramanı olarak ödüllendirilir. 1983 yılında Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü ikinci kez kazanır. Gorbaçov döneminde Sovyet Parlamentosu Kültür ve Ulusal Diller Komitesi Başkanlığı ve Sovyet Yazarlar Birliği Sekreterliği görevlerinde bulunmuştur. Sovyetler birliği dağılmadan önce Gorbaçov’un beş danışmanından biri olmuştur.Diplomat AytmatovCengiz Aytmatov; edebi çalışmalarına ek olarak, 15 yıl Avrupa’da SSCB ve bilahare Kırgızistan’ın büyükelçiliğini yapmıştır. Avrupa Birliği, NATO, UNESCO ve Benelüks ülkelerinde görev yapmıştır.Aytmatov, 9 Haziran 2008 tarihinde vefat etmiştir. ESERLERİ:•Zorlu Geçit •Yüzyüze•Cemile •İlk Öğretmenim •Dağlar ve Steplerden Masallar •Elveda, Gülsarı! •Beyaz Gemi •Selvi Boylum Al Yazmalım •Fuji-Yama •Gün Olur Asra Bedel •Dişi kurdun Rüyaları•Toprak Ana •Cengiz Han'a Küsen Bulut •Çocukluğum •Kırmızı Elma •Dağlar Devrildiğinde-Ebedi Nişanlı AYTMATOV'U KAYBETTİKTürk dünyasının dünyaca tanınmış Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov, 9 Haziran 2008 vefat etti. Yaklaşık bir aydır Almanya'nın Nürnberg kentindeki Klinikum Nord'da tedavi gören ünlü yazar, komada bulunuyordu.Hastane basın sözcüsü Ernd Siegler vefatından kısa bir süre önce yaptığı açıklamada yazarın durumunun kötüye gittiğini söyleyerek, "Suni komaya sokulan Aytmatov'un durumu kötüye gitmekte. Çok kritik bir dönem geçirmekte olan Aytmatov'un hayatta tutulabilmesi için az da olsa ümit var." açıklamasını yapmıştı. Aytmatov'un vefatı, Kırgızistan televizyonlarında Kırgızistan Devlet Başkanlığı Basın Dairesi'nin açıklamasıyla son dakika haberi olarak verildi. Haber, Aymatov'un yardımcısı Abdıldacan Akmataliev tarafından da doğrulandı. Akmataliev "Yaklaşık bir aydır Almanya'da tedavi gören Türk dünyasının medar-ı iftiharı ünlü yazar Çıngız Aytmatov'u kaybettik. Başta Kırgızistan olmak üzere bütün Türk dünyasının başı sağ olsun." dedi.HAYATI VE ESERLERİDr. Mustafa ÇetinCengiz Törekuloviç Aytmatov 12 Aralık 1928 tarihinde Kuzeybatı Kırgızistan'da Şeker adlı bir köyde doğdu.Babası Törekul Aytmatov at yetiştiricisiydi. Kırgızistan'a,dağlık yörelere Ekim devrimi daha yeni ulaşıyordu. Yazarın çocukluk yılları sistemin yeni yeni yerleşmeye başladığı yıllararastlar.Geçmişe bağlı yaşlı neslin yanında yeni düzene ayak uydurmuş genç kuşak da toplumdaki yerlerini alıyorlardı. Yazar kolhoz tarlalarında çalıştı. Çevresini,tabiatı,insanları o yıllarda tanımaya başladı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında bütün yetişkinler savaşta oldukları için gençlere çok iş düşüyordu. Henüz on beş yaşındayken köyü sovyetinde sekreterlik yaptı,tarım makinalarının hesaplarını tuttu. Daha sonra Kazakistan'daki Cambul veterinerlik teknik okulunda okudu Ardından Frunze(bugünkü Bişgek tarım enstitüsünde okudu.Zooteknisyen olarak bütün ülkeyi ,Kazakistan'ı dolaştı. Aynı zamanda da bir gazeteci sıfatıyla çalışıyor,sürekli gözlem yapıyordu. Pek çok genç nesil mensubu gibi halkından uzaklaşmadı,insanına daha da yakınlaştı. Kırgız gazetelerindeki yazıları,redaksiyon servislerinde aldığı görevler ,muhabirlik faaliyetleri onu yavaş yavaş edebi dünyaya hazırlıyordu.Yazarın akıcı uslubu,kurgudaki başarısı bu ön araştırmalarıyla yakından ilgilidir. Ayrıca bu yıllar geçmiş ile geleceğin kesiştiği bir noktaydı.Her iki dünyayı ve her iki insan tipini çok iyi tanıyordu. Süpeyçi adlı hikayesinin kahramanı baraj mühendisi Beknazar ve Beyaz Yağmur'un kahramanı Zeynepapaalışılagelmiş hayatı temsil ederler.Yeni ahlaki normlar ile eskiyi yaşamakta direnen insanların çatışması eserlere hakim konudur. Rakipler adlı eserin kahramanı Karatay,Baydamtal Irmağı'nın kahramanı Nurbek, yeni neslin uyanışını temsil eder Bugünle ve geçmişle, yaşlı kuşaklarla çatışmaları anlatılır. Bu eserlerde yazar henüz heyecanıyla yaz-makta ne ciddi bir edebi endişe ne de teknik görülmemektedir.Eserler genel çerçeveleri ile eski ile yeninin çatışması üzerine kurulduğu için estetikten çok didaktik bir endişeye rastlanmaktadır. Ama daha sonraki eserlerinde gördüğümüz yapının ilk adımları olarak değerlendirebileceğimiz bu çalışmalar çark içinde yer alma çabasını göstermesi açısındanönemlidir. Yazarın kendini ispat için zorlama düşüncelere saplandığını da söylemek mümkündür.Yazar bundan sonraki çalışmalarında 50'li yıllarda kaleme sarılan,Sovyet yazarları arasındadır.Diğer pek çok yazardan farklı olarak yerel kültüre çok büyük önem ve değer verdiğini görürüz.Eleştirileri geçmişin hatalı olduğuna inandığı ögelerinedir. Topyekün bir eleştiriye rastlamayız.Daha önceki kuşağın yazarları milli bir edebiyatın temelini pek sağlam olmasa da atmışlardı. Şimdi mesele yeni kuşağın, yeni düzenle barışık olarak eserler vermeleriydi. Rus edebiyatının bütün dünyada da bilinen engin ufuklarından da yararlanılmalıydı. Unutulmaması gereken bir diğer gerçek ise yazılı edebiyat ürünü olmamakla birlikte Kırgızların tarihinde, eşi benzeri görülmemiş bir destan,halk ansiklopedisi olan Manas Destanı duruyordu.Bu destanların dilden dile dolaşmaya başladığı yıllarda vahşi hayattan yeni yeni kurtulmaya çalışanbir Rus toplumu vardı. Belki Kırgızlar yerleşik hayata yeni uyum sağlıyorlardı ama Er Manas bütün ihtişamıyla onların yanındaydı. Kuşaktan kuşağa akıp gelen bu sınırsız mısralarla birlikte masal,efsane,türkü kültürü de ihmal edilemeyecek bir tabii hazine durumundaydı. Ve bu değerler bütününden en iyi yararlanabilen yazar ise Cengiz Aytmatov'du.Aytmatov'un ilk eserleri bu tarihi ögelere, kendi yöresinin, Talas VadisininKültürüne dayalıydı.Folklorik unsurlar ,masal kahramanları, geleneğin taşıdığı tecrübe ,yeni oluşan edebiyat dünyasında Rus edebiyatının yeri kadarönemli zengin bir altyapı oluşturuyordu.Yazarın 1956'dan itibaren devam ettiği Moskova Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü, onun engin yerel kültürünü evrensel boyuta nasıl taşı-yabileceğini öğrenmesine yardımcı oldu. Bu arada Moskova'nın kültür dünyasını da tanıma fırsatı buldu. Yazar bu yıllarını teorik çalışmalarla geçirdi.Bu yıllarda,edebi değerleri yükselmeye başlayan Yüz Yüze(1957),Cemile(1958),Selvi Boylum Al Yazmalım(1961),Deve gözü(1961) adlı eserlerin yazıldığını görüyoruz. Yazar 1952'de yazdığı Gazeteci Cyudo,Aşim gibiKırgız dergilerinde yayınlanan hikayelerinden çok daha ötelere gelmişti artık.Yüz Yüze,ve Cemile,Süpayçi ve Beyaz Yağmur,Rakipler ve Asma Köprü (Baydamtal Irmağı'nda), Selvi Boylum ve Deve Gözü gibi ikili hikaye grupları,benzer konu ve ilişkilerin anlatıldığı eserlerdir(1).Yüz Yüze'de asker kaçağı kocasını ihbar etmek zorunda kalan Seyde'nin trajedisini, I958'de yazılan Cemile'de farklı bir boyut ve ortamda görürüz. Cemile'nin kocası askerdedir. Onu sabırla bekler. Am Danyar girer dünyasına. Çok riskli ama "iyimser bir gelecek" ile karşılaşırız .Yeni bir dünya görüşü de yansıtılır bu arada.Ama yer yer eskiye yöneltilen eleştirilerin dozunun çok iyi ayarlandığını,geçmişin yok edilmeye çalışılmadığını dagörürüz. Selvi Boylum ve Deve Gözü'nün benzerlik arzeden yapısı,o dönemYazar ve dramturglarında da görülen bir durumdur (Axjanov, lipatov, Marcinkivicius, Arbusov,Rosov gibi). Güçlü,karşı durmayı bilen, haklarını korumaya çalışan kahramanlar göze çarpar.Cemile ve Deve Gözü'nde felsefi boyutun gerçekçi bir şekilde eserlere yerleştirildiği görülür.Ciddi tesbitler vardır. Burada Cengiz Aytmatov'un yeni bir yol denediğini söyleyebiliriz.Felsefi unsurların verilişinde Rus edebiyatı ve Sovyet edebiyatının etkilerinden söz edilebilir.Cemile'de geleneksel Kırgız edebiyatının tipleme anlayışı kullanılsaydı ,Kırgız efsanesi Olcabay ve Kisimcan'dan farklı bir şey göremezdik.Cemile ve Danyar'ın hiç istenmeden gelişen ilişkileri geleneksel yapıdan hayli uzak bir uslupla ele alınmıştı.Danyar'ın görüşleri ,derin duyguları Cemile'yi etkilemiştir.Danyar sadece düşünceli,savaşta sakatlanmış biri olarak değil,bir gücün temsilcisi olarak karşımızdadır.Danyar'ın Cemile'nin aklına düşürdüğü şey yönlendirme şeklinde vasıflandırılamaz. Onlar birbirleri içinkarar vermişlerdir.Aytmatov,1956'da Sovyet yaazarlar Birliği üyesi olur.Moskova Edebiyat Enstitüsü'nde Maksim Gorki adlı incelemesini yazdı.Enstitüdeki diploma çalışması olan Cemile onun ilk zirvesiydi. !959'da Komunist Parti'ye üye oldu.Taşkent'te yapılan Asya-Afrika Yazarlar Konferansı'na katıldı. Kırgızistan Edebiyatı adlı yayın organında redaktörlük yaptı. Pravda'nın Kırgızistan masasında görev yaptı.Aytmatov, hikayelerinde(Uzun hikaye) okuyucusuyla doğrudan ilişki kurabileceği bir yapı peşindedir.Okuyucunun eserden etkilenmesini değilkatılmasını hedefler. İlk eserlerinden itibaren gelişen bu arayış her eserdeyeni bir formda karşımıza çıkar.Zamanla subjektif karakterlere de rastlarız.Kişileştirme önceki eserlerden farklı bir hal almaya başlar.60'lı yıllardan itibaren Kırgız geleneklerine bağlılığı konusundaki bakışını netleştirirken ,bir yandan da Radlow'un 19.Yüzyıldaki çalışmalarından etkilenerek Kırgız kültürünün, epik ögelerini inceliyordu. Bu gücün kaynağına inmeye çalışıyordu.Manas ile ilgili çalışmalar yapıyor, yapılan çalışmaları izliyordu.İşte yazarın bu dönemdeki ilk eseri İlk Öğretmenim(Öğretmen Duyşen)(1962)'dir.Kahramanlar olgunlaşmış,sistemle uyumlu idealist kişiler olmuştur .Ama Duyşen'in bir parça Er Manas tarafı olduğu da inkar edilemez.İlkÖğretmen hem teknik hem işleniş açısından önemli bir aşamadır.Bu özellik Daha eserin girişinde kendini gösterir."......Biz gülüşerek çığlıklar atarak tepeye tırmanırken iki yana sallanan kavaklar ,serin gölgesiyle,tatlı hışırtılarıyla sanki bizlere "Hoş geldiniz"derlerdi. Biz baldırı çıplakların derdi kuş yuvalarıydı, birbirimizin omzuna basarak hemen kavaklara çıkardık.Ürken kuşlar sürü sürü tepemizde uçmaya başlarlardı .Fakat bize ne kuşlardan,onlar ne halleri varsa görsünler !Biz yükseldikçe yükselirdik dallara basa basa.Kimin daha gözüpek,becerikli olduğu o zaman anlaşılırdı.Derken kuş uçuşu yüksekliğinde ,büyülü bir değnekle dokunmuşçasına ,önümüzde şaşırtıcı bir Sesizlik ve ışık dünyası açılırdı...."(2).Bu satırlarda eserin sonuna ve kavak ağaçlarına bağlanan müthiş bir kurgu ustalığı görürüz. Akıcılık ise başka bir değer.60'lı yıllarla başlayan bu yeni bakış pek çok yazar,yönetmen ve dramaturga da örnek teşkil ediyordu.Aytmatov'un 1963 yılında yazdığı Toprak Ana adlı eseri ona Lenin Ödülü'nü kazandırdı.1964 yılında Al Elma adlı hikayesini yazdı.1965 yılında Kırgız Sinemacılar Birliği Başkanı oldu. Aynı yıl Beyrut'taki, 1966'da Delhi'deki Asya Afrika Yazarlar Konferansı'na katıldı. Aynı yıl bir diğer önemli eseri olan Gülsarı'yı,Rusça olarak yazdı.Gülsarı bir bakıma geçmişin muhasebesi gibidir.Yapılan hatalar,alınan mesafe bir bir sorgulanır.Gülsarı ile birlikte Tanabay'ın silinişi bir devri olanca hüznüyle gözler önüne serer. O yılların sıkıntıları geride kalmıştırama bu arada heyecan da kaybolmuştur. Eser o yıl çok sayıda eleştirmenin dikkatini çekti. Nesir dalında en iyi çalışma olduğu konusunda herkes hemfikirdi (3). Fakat muhasebe yapılırken yazarın açık tavır olması pek çok çevreyi rahatsız etti. Leonov, Belov gibi yazarların da eserlerinde geçmişe yönelik eleştirilerinde aynı keskin dili kullandıklarını görürüz.Aytmatov,zengin bir kültür geleneğinin,üretmeye elverişli yapısınınEdebiyat geleneğinin gelişmesinde çok önemli bir rolünün olduğunu eserleriyle ispat etti.Çünkü pek çok kişi geçmişin tamamiyle silinmesi gerektiğineinanıyordu. Yazarın 60'lı yıllarda kaleme aldığı eserleri bu ön yargılı görüşleri yok etmişti.Bu arada yazarın bu tavrı dolayısiyle sıkça takibata uğradığıda bilinmektedir.1967'de Sovyet Yazarlar Birliği İdare Heyeti Üyeliğine seçildi.1968'deBüyük Sovyet Ödülünü aldı. Aynı yıl Kırgız Halk Edipleri adlı çalışması yayınlandı. 1970'te Beyaz Gemi,Askerin Oğlu,Oğulla Görüşme adlı eserleriMoskova'da yayınlandı.70'li yıllarla birlikte yazarın geleneksel motif, efsane ve masallara yaklaşımı çok özel renkler kazanmaya başlar. "........Efsane ve mitoslar üzerine düşünelim bir.Onlar halkın canlı hafızası,hayat tecrübesi, felsefesi, tarihidir.Maslımsı fantastik dünyaları önemli değerler taşır. Mesela Geyik Ana(Beyaz Gemi) bugünkü gerçeklerle bütünlük arzeder. .........." (4).Yazar bu sözleriyle gerçekle masalın dünyasını nasıl birleştirdiğini ifade eder.Beyaz Gemi'de Orazkul ve Seydahmet bir tarafı, Mümin Dede ve Çocuk diğer tarafı temsil eder. Seydahmet ve Mümin Dede pasiflikleriylebirbirlerine yaklaşırlarken ,Çocuk ve Orazkul zıt kutupları temsil ederler.Yazar çocuğa bir"ad" bile vermez.Çünkü onu bütün çocukların temsilcisi olarak görür ve masal kahramanlarıyla özdeşleştirir. O, capacanlı birmasal kahramanıdır. Ama gerçektir de.Ölümü de son derece destansıdır.O-nun ölümü bir kurtuluş gibidir.Pek çok Rus eleştirmenin görüşlerinin aksine bu ölümde ve ölüm şeklinde bir karamsarlık yoktur.Orazkul'un yalnız kaldığında çocuğu olmayışının acısını yaşaması ayrıca enteresandır.O eserin kötüyü temsil edenlerindendir.Onun bu iç muhasebesi onu bir kahraman olmaya doğru götürür. Bu durumu Çocuk ve okuyucu bilir.Diğer tip ve kahramanların haberi yoktur.Eserde iyiler ve kötüler masalsı bir işleyişle birbirinden ayrılırken edebi anlamda birer karakter olduklarını görürüz. Müthiş bir kurgulama ileOkuyucu masal ve gerçek arasında dolaştırılır. Ve okuyucu aynı zamandakatılımcı olduğu için gerçeğin veya masalın hangisi olduğunu ayırmaktagüçlük çeker.Yazar geçmişte,din,felsefe,ilim adına insanların birbirine düşürüldüğünü ,bunun bugün de yarın da böyle olacağı görüşünü savunuyor.Edebiyatın bu noktadaki görevinin büyük olduğunu,insanlar arasında ortak dünyalar oluşmasına yardım ettiğini, edebiyatın öneminin her geçen gün daha da artğını vurgulamaktadır(5). "...........Nesrin iki tarzı var bugün. Biri spekulas-yonlara açık olan,diğeri ise gerçek nesirdir.Kalıcı bir eser için bilinen edebikaidelerin yanında sanatçı ruhu ve dürüst bir kişiliğe ihtiyaç vardır....."(6).Yazarın bu sınıflaması ,yazarın yazdığına inanmasının gerekliliğini en açıkşekliyle ifade etmektedir.Sanat dünyasındaki dejenerasyona yazar şu sözleriyle tepki gösterMektedir: "......Okuyucunun beklentisi,ilgisi de nesrin başka bir yönlendiri-cisi .Okuyucunun seviyesi yükseldikçe,sanatçı da kendini yenilemek,bir üstbasamağa geçmek durumundadır . Bugün batıda ekonomideki rekabete benzeyen sanat rekabeti, pornografiyi bile sanat sınıfına sokacak kadar tuhaflaşmıştır....." ( 7). Aytmatov, yeni nesirle ilgili bir diğer gelişmeyi ,nesrin drama havasına bürünmesini, seviyenin yükselmesi olarak değerlendiriyor. Yazarın sıkça bir senarist veya yönetmen gibi davranması gerektiğini savunur. Bunun da yaşamakla, uzun yaşamakla ilgili olduğunu, Ernest Hemingway'in "Büyük bir yazar olabilmek için uzun yaşamak gerekir"(8)şeklindeki sözlerini hatırlatarak savunmaktadır. Tabii ki burada uzun yaşamaktan, insanın değişmesinin takibi, karşılıklı etkileşimin önemi kastedilmektedir Cengiz Aytmatov'un babası 1937 yılında Milli Kırgız Partisi sekreteriydi. Yazar,o günleri anlatan,babasının kuşağını işleyen , otobiyografik birçalışma yapmak istediğini bir kaç konuşmasında ifade etmiştir (9).Yazarkendi şeceresini şöyle dile getiriyor:".......Baba adı Törekul, dede Aytmat, onun babası Kimbildi,onun babası Kuncuyok ...." (10).Gelenek ve göreneklerine gösterdiği sadakatın bir diğer belirtisi de kendi geçmişi ile ilgili bilgi sahibi olmasıdır.Atalarının mezarlarına,uzak akrabalarına,onların mesleklerine ve detaylı hayat hikayelerine kadar herşeyi bilmektedir.Baba Törekul Aytmatov,daha sonra mevcut partinin lağvedilmesiyle birlikte Komunist Parti'ye üye olur. Parti görevlisi olarak gönderildiği Moskova'da ihanet suçundan tutuklanır,ardından ölüme mahkum edilir.Ölümünden sonra yapılan araştırmada suçlu olmadığı kanaatine varılır.Ancak bu iadei itibar hadisesinden sonra aile tekrar Kırgızistan'a dönebilir. Orada ya-zar ve annesi halaları Karagözapa'nın evinde kalırlar. Bu yıllar aile için sonderece zorlu geçer.Aytmatov ailenin büyük çocuğuydu,pek çok sorumluluğu vardı.Güçlü bir kadın olan annesi onun yetişmesinde,edebiyatla tanışmasında çok etkili oldu.Ona hem Rus edebiyatını hem de Kırgız kültürünü öğretmeye çalıştı.Birkaç yıl burada kalındıktan sonra annesinin işi dolayısıyle Kirovskaya adlı bir Rus köyüne taşındılar.Yazar orada Rus okulunasinin de katkılarıyla hareketli bir gençlik yaşadı,gerek gittiği okullarda, gerekse kendi çabasıyla ciddi bir yetişme süreci geçirdi.Aytmatov,bilinen eserlerini kaleme almadan önce işe tercümeler yaparak başladı .ValentinKateev'den (1897-1986)Alay'ın Oğlu,Mikhail Bubenkov'dan (1909-1983) Huş Ağacı adlı eserleri Rusça'dan Kırgızca'ya çevirdi.Bu çalışmaların o dönem için önemi çok büyüktü(11).Yazar,bir konuya son derece eğlenceli bir şekilde yaklaşılabileceğigibi,çok ciddi bir gerçekçilikle de aynı konunun ele alınabileceği görüşündedir.Bu arada esas olanın alt yapı ve uzun süren bir ön araştırma olduğunuda vurgular(12). Kendisinin savaşı, ilk gençlik yıllarında ve cephe gerisindede olsa yaşadığını,o yıllarda insanların heyecanla, bütün güçleriyle çalıştıklarını,hayatın insanlar üzerinde en zor şartları tecrübe ettiğini, yazarken hepbu hususları göz önünde bulundurduğunu söylemektedir(13). Pek çok eleştirmen de yazarın bu özelliğini vurgulamaktadır (14). Eserler gözden geçirildiğnde bu husus çok açık olarak da belli olmaktadır.Mit ve efsanelerin eserin genel kurgusuyla başa baş, aynı özenle işlenmesi yazarın bir diğer üstünlüğüdür. Onları halkın hafızası, yazılmamıştarihi olarak görür. Felsefi yapıları kadar fiktif yapılarından da etkilendiğiaçıktır.Kırgız topraklarında sözlü edebiyat ürünleri derin bir geçmişe sahipolmasına rağmen ilk basılı edebi ürün Moldogazi Tokobayev'in Sessiz Kakay adlı tiyatro eseridir.Bunu Kasımali Bayalinov,Tugalbeg Sadıkbekov ve Mukay Elebayev'in eserleri izler.Modern edebiyatta mitolojik öge ve efsanelerin kullanılışı çok yeni değildir.Thomas Mann,James Joyce,J.P.Sartre,Albert Camus'da da görürüz.Ama Aytmatov'un bu ögelerin toplumsal gerçekçi yaklaşımdaki en başarılıkullanıcısı olduğunu söyleyebiliriz(15).Yazar Türkçe ve onun tarihte kullanıldığı en hacimli eser olan Manas Destanı'na çok büyük önem vermektedir. "......Bundan bir süre önce uzun yıllarRusya'da sürdürülen bir çalışma tamamlandı. Bu çok hacimli bir Türkçesözlüktür. Yüzyıl önce Petersburg'da hazırlanmaya başlanan bu sözlük benim el kitabımdır.Sürekli ondan yararlanırım.Bu sözlük sayesinde Türk atalarımla konuşabiliyorum ......" (16). ".......Kırgız destanları beni çok etkiledi.Hala da etkiliyor.Her eserim bir ucundan bu destanlara dayanır.Manas Destanı bir milyon mısradan oluşur. Dört ciltlik bu destan yirmi yılda bir arayatoplanabilmiştir.Bu destanın özü insan duygularıdır. Tekrarlıyorum her ese-rim bu Kırgız destanlarına dayanır....." (17). Yazar Kırgız edebiyatının kaynağını da eski sözlü gelenek,halk hikayeleri,özellikle de Manas Destanı olarak gösterir. İkinci kaynak olarak isemodern Sovyet edebiyatından söz eder.Bu sayede iki kaynaklı,geçmişle bugünü bir arada sürdüren bir edebiyata sahip olduklarını belirtir (18).Aytmatov,pek çok edebi sima üzerine çalışmalar yapmış,dikkate değer edebi araştırmalara imza atmıştır. Türk dili ve edebiyatı, halkbilimi,sosyoloji sahalarında eserler vermiştir(19).1973 yılında ilk ve tek tiyatro eseri olan Fujiyama'yı Kazak dramaturg Kaltay Muhammedcanov ile birlikte yazdı. Yazarı da şaşırtan bir ilgigören eser pek çok dile çevrildi,bazı ülkelerde sahnelendi.Ayrıca Kırgızfilmtarafından sinemaya da uyarlandı.1980'de yazarın hayatında eserleri açısından büyük bir birikim sonucu ortaya çıktığı anlaşılan Gün Uzar Yüzyıl Olur yayınlanır.Hikaye ve uzunhikayelerin ardından gelen bu roman başta Sovyetler olmak üzere bütün dünyada heyecanla karşılandı. Bu eserde aşağı yukarı on yıl öncesinden bugün olanlara dair ipuçları görürüz. O ana kadar rejime yapılan en yoğun eleştirilere burada rastlarız.Ama edebi tavizler olmadan bunun yapılabilmesi de ayrıca önemlidir.Yazarın bu eserinin ardından uzunca bir süre için edebi çalışmaları-na ara verdiğini,politik konumuyla ilgili çalışmalar yöneldiğini görüyoruz.Sovyetler Birliği'ni ve Kırgızistan'ı ülke içi ve dışında defalarca temsil etti.1986 yılında yazarın öncülüğünde Kırgızistan'da gerçekleştirilen veolumlu(20) olumsuz(21) pek çok eleştiri alan Isık Göl Forumu düzenlendi.Dünyanın doğusu ile batısını birleştirmeyi amaçlayan bu forum çok büyük bir uluslararası katılımla gerçekleştirildi. Yapılmak istenen şey tabii ki çok önemliydi ama dünyanın gidişatına çok uygun değildi. Sonraki yıl bu forum Peter Ustinov'un desteğiyle İsviçre'de yapıldı ama gereken ilgiyi görmedi.Isık Göl Forumu'nda Cengiz Aytmatov'un Gün Uzar YüzyılOlur'dan daha hacimli bir eser olan Dişi Kurdun Rüyaları'nın ilk haberlerinin duyulduğunu görüyoruz.Bu eser yazarın Deniz Kıyısında Koşan Alaköpek'ten sonra Kırgız -Kazak dünyasından ikinci çıkışıdır. Romanın kahra-manı yeni bir Hristiyanlık anlayışının peşinde olan Abdias adlı bir Rus misyonerdir.Tabiatın geleneğin temsilcisi ise dişi kurt Akbar'dır. Abdias'ın trajedisi ,esrar mafyası,çevre düşmanlığı,Akbar'ın sabır yüklü yolculuğu müthiş bir kurgu ile anlatılır.Bütün dünyada çok büyük ilgi gören eser,ülkemizde ilginin dağılmaya başladığı 1990 yılında Ötüken Yayınevi tarafından yayınlandı(22).I990 yılında Sovyetler Birliği'nin Lüksemburg büyükelçiliği görevinde bulunan yazar bir süre sonra birliğin dağılmasından sonra bütün yurtdışı temsilciliklerin Rusya'ya devriyle bir süre Rusya büyükelçisi sıfatıylagörev yapmak durumunda kalmıştır.Yazar 90'lı yıllarda edebi anlamda birkaç küçük ama önemli esere imza atmıştır.Cengiz Han'a Küsen Bulut ve Yıldırım Sesli Manasçı bunlar arasında sayılabilir. 90'lı yıllarda İlesam tarafından kendisine verilen ödülü al-almak ve İstanbul Sinema Günleri'nde adına düzenlenen günlere katılmak için ülkemizi ziyaret eden yazar çok büyük ilgi görmüştür.1970'lerdekiilk ziyaretinde ona ilgi gösterenler ile bu gelişlerinde yoğun ilgi gösterenlerin farklı olması da dünyada değişen bir şeyler olduğunun göstergesidir.60'lı yıllarda yazara yöneltilen eleştirilerin yorumu da ayrı bir çalışmaolabilecek niteliktedir(23).Bize göre her şeyi kendi dönemi, norm ve değerleri çerçevesinde değerlendirmek doğru olacaktır.Şu anda,21.Yüzyıldan geriye dönüp bakıldığında değişime uğramayan hiç bir şeyin kalmadığını görüyoruz. Bu anlamda geçmiş, birkaç söz ve olayla anlaşılamayacak yoğunluktadır. Lüksemburg'daki görevinin ardından Kırgızistan'a dönen yazar birsessizlik dönemi geçirdikten sonra tekrar aktif politik hayata dönmüş,halen Fransa'da Kırgızistan'ın Paris büyükelçisi olarak görev yapmaktadır.HAKKINDA YAZILANLARYüzyılın yazarı: Cengiz AytmatovOLCAY YAZICIÜnü ülkesinin sınırlarını aşan ve kitapları büyük bir beğeni ile okunan Cengiz Aytmatov, doğup büyüdüğü Kırgızistan coğrafyasının kültür damarından ve binlerce yıllık geçmişi olan gelenek ırmağından beslenerek, özgünlüğü, otantikliği, insanı yüreğinden yakalayan olağanüstü/büyüleyici üslup güzelliği ve entellektüel birikimi ile yaşadığımız yüzyılın müstesna yazarı sayılmayı fazlasıyla hak etmiş bir isim. Aytmatov’u bütün derinliği ve yoğunluğu ile analiz etmek, eserlerini bir münekkid idraki ile irdelemek, tespit ve teşhis operasyonuna tabi tutmak, yorucu çalışmalar gerektirir. Biz bu özgün ve farklı yazarın fikir dünyasına, ana başlıklarla ışık düşürmeye çalışacağız. Aytmatov’un eserlerine edebî ve estetik yaklaşım denemesi olacak bu.Aytmatov en başta sıra dışı, özgün ve farklı bir yazar. Çünkü o sadece bir edebiyatçı, romancı değil; aynı zamanda ve özellikle de insanın, dünyanın gidişatı üzerine kafa yoran; daha erdemli bir dünya arzulayan; anti insanî yönelişleri onurlu bir karşı çıkışla sorgulayan, bunun için kaygılanan ve uyarıcı eserler üreten bir aydın. AŞKIN LİRİK DESTANIÖn planda, aşkın ve hüznün lirik destanının yazıyor gibi görünse de, onun usta bir sembolizmle bezediği ve âdeta şiir cümlesi gibi yoğun bir psikoloji, yoğun bir sosyal gönderme/çağrışım, soyutlama, ve telmih yüklü anlatışının arka planını sezebilenler, ondaki insanı ezen sosyal baskılara karşı çıkışı, insanın tarafını tutuşu kolaylıkla görebilirler. Aşk ve lirizm Aytmatov’da, insanı derinden yakalamak, düşüncesini sarsmak ve duygusallığa açılan pencereden ufuk ötesine açılarak; kültürel kimlik şuurlanışına uzanmak için bir vasıtadır. Evet, Aytmatov aşkın yazarıdır belki, fakat aşkın ötesinde daha aşkın misyonlar, sosyal realiteler, psikolojik bilenmeler besler ana kaynak olarak. Aytmatov’un romanlarındaki bu derin damarı- müthiş bir üslup ustalığı ile gizlenen sosyal göndermeleri/ kültürel ve siyasî misyonu yakalayabilmek için, onu yetiştiren fizikî coğrafyayı, büyük dalgalanmaların hüküm sürdüğü bu coğrafyanın sosyal, siyasal ve kültürel dokusunu, o toprakların geçirdiği korkunç değişim serüvenini, kültür erozyonunu; insanın özüne yöneltilen her türlü şiddeti çok iyi bilmek ve çok iyi analiz etmek gerekir. Bu eserleri, Andre Gide’in “sanat baskıdan doğar” sözü ışığında değerlendirmek doğru olur. Bütün klasik Rus edebiyatında olduğu gibi yasak ve sansürden/hürriyetsizlikten ötürü ortaya çıkan dolaylı ve sembolik söyleme mecburiyeti, beraberinde edebiyat ustalığını ve bir sanat-yoğun üslubu getiriyor. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, yasakların kalkması, hürriyetlerin zoraki de olsa verilmesinin ardından o coğrafyanın edebî ürünlerinde “düşüş” belirtileri başlamıştır. Bu da, yine Gide’nin ikinci cümlesiyle alâkalı: “Sanat hürriyet içinde ölür!”SEMBOLLERİN DİLİCengiz Aytmatov, bütün usta yazarlar gibi düz cümlelerle değil, sosyal ve ironik çağrışımları olan cümlelerle konuşuyor. Adeta insanın ve yaşadığı atmosferin röntgenini çekiyor. Bu güçlü ve özgün üslubuyla tabiata ve hayvanlara bile bir insan karakteri yüklüyor, onları kişileştiriyor. Bu yönü ile de, edebiyat dünyasında eşsiz ve tektir. Cengiz Aytmatov yüzyılın tartışmasız en güçlü yazarıdır. En güçlülerden biri değil, biriciği. Tek olanıdır. Öyle ki, dünya edebiyatının devi diye nitelendirilen Dostoyevski bile, eğer yaşıyor olsaydı, Aytmatov’un insanı derinden sarsan büyüleyici üslubu karşısında hasedinden ölürdü.Özellikle, “Gün Uzar Yüzyıl Olur” ya da özgün adı ile “Asra Bedel Gün”, romanın 20. Yüzyıldaki tartışmasız zirvesidir. Bu hüküm asla sübjektif ve hissi değildir. Romanı, edebiyatın evrensel kriterleri ile titiz bir şekilde kıyaslayarak söylüyorum bunu. Yani yazarımızı, tipleme, somutun olduğu kadar, soyutun da ince duyarlıklarla tasvir ve tahlilini yapma gücü, sağlam ve sarsılmaz karakterler oluşturma becerisi, etkileyici, şiirsel üslup üstünlüğü; insan denen meçhulü entellektüel mercek altında irdeleme kudreti, sosyal ve psikolojik ruh çözümlemeleri maharetiyle, âdil bir şekilde değerlendirerek bu hükme varıyorum.MANKURTİZM KAVRAMICengiz Aytmatov’un, bir Kırgız efsanesinden esinlenerek dünya edebiyat literatürüne kazandırdığı “mankurt” ve “mankurtizm” kavramı bütün dillerde aynen kullanılmaktadır. Sistemin baskısı ya da insanın kendi özüne yabancılaşması neticesinde şahsiyetini ve sosyal/kültürel hafızasını kaybetmesini; zihnî yönden köleleşmesini çarpıcı bir şekilde izah eden mankurtizm, Beyaz Gemi’de, Gün Uzar Yüzyıl Olur’da, Cengiz Han’a Küsen Bulut’ta, Dişi Kurdun Rüyaları’nda ve diğer romanlarda da kullanılır. Şüphesiz bu kavramı doğuran, o coğrafyanın sert ve acımasız sosyal yapısıdır.Efsane ve mitik unsurlara da romanlarında sıkça yer veren Cengiz Aytmatov, son romanı “Kassandra Damgası”nda bir Yunan efsanesinden yola çıkarak, dizginsiz teknoloji ile azgın genetik mühendisliğine ağır eleştiriler yöneltiyor. Uzayda insan embriyonu üzerinde araştırmalar yapan bir bilim adamı aracılığıyla, kötülükler yüzyılını yergili bir dille tahlil ediyor. Söz konusu efsaneye göre, bazı embriyonlar (minicik insan taslakları-cenin) yeryüzündeki kötülükleri önceden sezerek, doğmak, bu felaketler dünyasında yaşamak istemiyor. Bunun belirtisi olarak annenin alnında bir ter taneciği oluşuyor. Buna da Kassandra Damgası deniyor. Aytmatov böylece etik kaygılar taşıyan evrensel bir eleştiriyi dünyanın ve insanlığın gündemine getiriyor. Eserin kahramanı vasıtasıyla şu tespitleri yapıyor Aytmatov:“Yeryüzünde silah durmadan artıyor. Her yerde herkes silahlanmak istiyor. Hamile kadınların yüzündeki Kassandra Damgası, yeryüzünde doğan her kişi için en az yüz tane dom dom kurşunu üretildiğinin, şimdiden onların kaderine ölmek ve öldürmek yazıldığının işareti değil mi? Ana rahmindeki Kassandra embriyonları da sessizce bunu haykırmıyor mu?”Böylece yeni yüzyılın, yeni bin yılın en korkunç yönünü oluşturan “genetik tehlikeye” dikkat çekiliyor. İnsanın, fizik çevresi ve metafiziği ile hiç bu kadar şiddete maruz kalmadığı vurgulanıyor. Kurtuluş için çıkış yolları öneriliyor.Aytmatov’un bütün bu özgün ve üstün yönlerini vurgulamakla birlikte, gerek ona, gerekse meslektaşı Takavi Aktanov’a (Aytmatov’un romanlarıyla benzerlikler taşıyan “Boran”ın yazarı) yöneltilen bir eleştiri var. O da, merkezî hükümetin yazarlar için biçtiği, “görünüşte milliyetçi, muhtevada sosyalist” gömleğini giymiş olmalarıdır. UYANIŞ VE DİRİLME Ancak Aytmatov’un yakın arkadaşı Prof. Dr. Tevfik İsmail’in de belirttiği gibi, Aytmatov’u dünya çapında şöhret yapan faktörlerin başında, kitaplarını çok büyük bir coğrafyada konuşulan ve dönemin edebî mahfillerinde etki uyandıran Rusça ile yazmış olmasıdır. Eğer romanlarını Kırgız Türkçesi ile yazsaydı, bugünkü Aytmatov olmaya bilirdi. Bir yanı ile sisteme eklemliymiş gibi görünse de, Aytmatov’un hemen bütün romanlarında kimlik arayışının/köklerle yeniden buluşmanın, satır aralarına gizlenmiş edebî, estetik çığlığını duymak mümkündür. Olanı anlatır Aytmatov. Cemiyete tutulan ayna gibi gerçeği yansıtır. Mankurtlaştırmaya karşı çıktığı kadar, kendiliğinden/gönüllü olarak mankurtlaşmaya (güdülmeye müsait mizaca, pasifliğe) de karşı çıkar. Dirilmeye, uyanmaya, aktif olmaya çağırır insanı. Töresine, örfüne, geleneğine ve geleceğine sahip çıkmasını ister.Yazar, kendi eserinden beyazperdeye aktarılan “Selvi Boylum Al Yazmalım” filminde başrol oyuncusunun ulu dağlara karşı öyle bir “Asyaaaa!” diye höykürmesi var ki. Bu çığlık bütün o coğrafyanın/o yaslı diyarın yüreğinden; yüzyıllık, bin yıllık yaşantısından fışkıran bir sestir. Şark’ı sarsan bu sayha, filmin Asya isimli kadın oyuncusu vasıtasıyla, bütün bir “Asya”ya/Avrasya’ya sesleniştir. Uyanma ve dirilme çağrısıdır. Bir aşkın yoğun lirizmi içinde, koca bir kıtayı özdeşleştirmek, ancak Aytmatov’a yakışan bir ustalıktır. Aytmatov, aslında “Gün Uzar Yüzyıl Olur”a ait bir bölüm iken, yasak olduğu için kullanılamayan ve daha sonra “Cengiz Han’ a Küsen Bulut” ismi ile yayınlanan kitabında hürriyetsiz ve kuşatılmış insan trajedilerinin en bâkir fotoğrafını çizer. İstasyondan bir tren geçimi sürede, eşini ve çocuğunu görebilmeyi çılgınca arzulayan adamın destanlık hikayesidir bu. Bir Aytmatov klasiği...Özetlersek, kitapları bütün dünyada hayranlık duyularak okunan Cengiz Aytmatov, lirik, mitolojik ve kozmik unsurlar taşıyan seçkin, çarpıcı eserleriyle olağanüstü bir yazar, bir fikir adamı ve çağdaş bir bilgedir. Fikir ve edebiyat dünyasının, önünde saygıyla eğileceği bir yazar. Yüzyılın tartışmasız en güçlü yazarı...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)